İhaleler haftasında bir ihale fıkrası: İş ihaleye çıkarılır. Talipliler toplanır. İhale memuru ilk talipliye sorar, "Kaça yaparsın?" Cevap "Beşyüze". İkinci talipliye sorar, "Sen kaça yaparsın?" Cevap, "İkibinbeşyüze!". Herkes "nasıl olur?" şaşkınlığı içindeyken açıklama peşinden gelir: "Bini senin, bini benim, işi de arkadaş yapacak." Geçen hafta hemen her gün bir "medya ihalesi" yaşandı. Radyolar "emanetçiden" "emanetçiye" el değiştirdi. "Mal da yalan, mülk de yalan var biraz da sen oyalan" demişler. Bütün alım-satımlar bir emanetçiden diğerine değil mi? Emanetçi TMSF elindeki "malları" haraç-mezat değil, sıkı bir ihaleyle satıyor. Malları beklenen değerlerinin hayli üstünde fiyatlarla elden çıkarıyor. Tıpkı işini bilen araba satıcısının yaptığı gibi. Uyanık satıcı verdiği ilan üzerine kendisini arayanlara beşer dakika arayla randevu verirmiş. Hepsini tespih tanesi gibi peş peşe çağırır, "Fiyatım bu, alıyor musun, almıyor musun? Çabuk karar ver. Başkaları sırada" deyip, fiyat kızıştırır, alıcıyı "alım moduna" getirir iyi fiyata satar, iyi para kazanırmış. İnsanın cebinde para varken duruşu, yürüyüşü bile bir başka olurmuş. Kendine güven kazanmak, çevresine etkileyici sinyaller vermek isteyenlere emanet bile olsa cebinde bir miktar para-altın bulundurması tavsiye ediliyor. Tüpraş ve medya ihalelerinde bir kere daha gördük ki, paralılarla kararlıların hali hakikaten bir başka oluyor. Duruşları, oturuşları, yüz ifadeleri, hareketleri, rakamları anında ve bastıra bastıra telaffuz etmeleri, vs. hepsi "paranın borusunun öttüğünü" gösteriyordu. Çok eskiden çobanların borusu ötermiş. Aksaray Gülağaç'ta Güvercinkaya kazılarında elde edilen bulgular, Anadolu'da yerleşik hayata geçişlerin başladığı dönemde toplumda en yüksek statüye sahip kişilerin çobanlar olduğunu göstermiş. O dönemde en önemli besin kaynağı et imiş ve buna çobanlar sahip olup, ekonomik gücü de bunlar ellerinde tutarlarmış. Firma yönetiminde "kimlerin borusu öter?" Bu soru hep aklımı kurcalamıştır. Tepe yönetimlerinde mühendislere de, muhasebecilere de, hukukçulara da rastlanıyor. Bu mesleklerin dönem dönem işlerin başına geldiklerini biliyoruz. Paradan para kazanılan dönemde finansçılar gözdeydi. İşin aslı şu ki, bir firma için en değerli girdi her neyse ve bunu her kim temin ediyorsa, kimler firma için en hayatî sayılan kaynakla ilişkileri temin ediyorsa, o işin erbabı kişilerin borusu firma içinde daha çok ötüyor. "Bir işletmenin en değerli varlığı-kaynağı firmanın müşterileridir" gerçeğinin henüz farkına varılamadığı için, işletmelerin tepelerinde pazarlamacıların izlerine pek fazla rastlanmıyor. Ancak, paradan para kazanma imkânları daraldıkça, piyasalar gerçek işleyişine kavuştukça, pazarlamacıların önü daha da açılacak. Bu devirde, müşteriler kadar bilgi de giderek daha değerli bir kaynak haline geliyor, "bilgi yöneticileri" de tepelere doğru taşınıyor. Lafı nereye getireceğim? Üniversiteler açılıyor. Yüzbinlerce genç, dört tarafı dökülen bir sistemin çarkları içine yeniden giriyorlar. Tercihlerini kolaycılıktan ve kestirmecilikten yana yapsalar da, gençlerimiz, dünyada sadece paranın değil, "başka değerlerin de borusunun öttüğünü" unutmasınlar. Üniversite çağları "para yapma" dönemi değil ama gençler ne yapıp edip üniversite yılları boyunca, "piyasada değeri olan" bir şeylere sahip olmanın bir yolunu bulmak zorundalar. Hangi üniversite ve bölümde okursa okusunlar, gençlere pazarlamayla tanışmalarını ve bilgi teknolojileriyle yakından ilgilenmelerini tavsiye ediyorum. İster dinleyin, ister dinlemeyin, ama bilin ki, yarınlarda bu ikisinin borusu ötecek!