Artık Nobel'li bir romancımız var. Şimdi oturup işin muhasebesini yapabiliriz. Bu ödül kime verildi? Kim kazandı? Kimler başka neler kazanacak? Bize, halkın kesesine, sofrasına, hayatına neler getirdi, neler götürdü? Bundan sonra neler getirecek, neler götürecek? Yazar, otuz yıldır tek başına kapandığı odasında hayal ettiği, çok istediği Nobel ödülünü sonunda aldı. Hepimiz gibi, o da bir şeyler üretti, birilerine bir şeyler sundu, müşterisi "malını" beğendi, "mal" satıldı, bedeli tahsil ediliyor. Nobel, sosyal, siyasî ve ticarî bir global olay. Kazananı zengin ediyor, kitaplarının satışını fişekliyor. Yazar ne sattı? Müşterisi kimdi? Neyin karşılığında bu ödülü aldı? Bu soruların cevapları kişiden kişiye değişiyor. Herkesin yorumu da, tercihi de kendine. Tercihler hayatımızı da başkalarının hayatlarını da şekillendiriyor. Tercihlerimizi başkalarının tercihlerine bakarak oluşturuyoruz. Her tercih bir teşvik oluyor. Tercihlerimizle birilerini teşvik ediyor, diğerlerini cezalandırıyoruz. Kaz kazanmak için eldeki tavuktan vazgeçiyoruz. Kişilerin, sosyal sınıfların ve ideolojik kampların tercih ve dolayısıyla teşvikleri aynı olmuyor. Çok sayıda tercih yapmak durumunda kalınca mantık ve matematik hatalarından kurtulamıyor; duygulara sığınmayı, işin kolayına kaçmayı tercih ediyoruz. Pazarlama kazanmak içindir. İncelik, kazananın kim veya kimler olacağında yatıyor. Şayet sadece ben ve hep ben kazanayım hırsı ve "toplum kaybetmeye alışmış ve saf, kaybetse de buna aldırmayan sürü-yığınlarla dolu" cinliği öne çıkmışsa, buna pazarlama değil fırsatçılık deniyor. Kişilerin karakterleriyle pazarlama ve yönetim anlayışları arasında kuvvetli bir paralellik olduğunu düşünürüm. Kazanma hırsıyla köpüren insanların pazarlamayı da "Agresif Pazarlama" biçiminde, yıkıcı, hırslı ve başkalarını gözetmez tarzda yürüttüklerini geçen hafta hem Nobel edebiyat ödülünde, hem de Fransız parlamentosundaki oylama vesilesiyle bir kere daha gördük. Hırslar müşterinin de, patronun da, daha büyük patronun da zararına sonuç verebiliyor. Dinamitin zararından korkan Alfred Nobel'in İsveç Kraliyet Akademisi'ne emanet ettiği bu ödülün, korumaktan, mazlumdan ve muhtaçtan yana değil, toplumları dinamitlemeye dönük zalim bir anlayışla dağıtıldığını görmek insanı üzüyor. Maalesef, insanların kötü karakter, tarz ve huyları, onların işlerine ve tercihlerine de yansıyor. Maya kolay kolay değişmiyor. Fransız hep Fransız kalıyor. Fransa'yı boykot çağrılarına ne diyeceğiz. Boykot ama kime karşı? Fransız parlamenterlere mi, Fransız halkına mı, içinde Fransa veya Fransız geçen her şeye mi, Fransız firmalarına mı, Fransız markalarına mı, Fransız orijinli yerli firmalara karşı mı? Hangisine? Hedef ne? Kim ne elde edecek? Biz ne kazanacağız? Kursağımıza ne girecek? Air France, Alcatel, Aventis, Avon, AXA, Bic, Biotherm, Cacharel, Carrefour, Cartier, ChampionSa, Chanel, Christian Dior, Citroen, Club Med, Daniel Hechter, Danone, Dia, Elf, Elle, Endi, Evian, Fournier, Garnier, Gima, L'Oreal, Lacoste, Lafarge, Lancel, Lancome, Lancome, Louis Vuitton, Majorette, Marie Claire, Mellin, Michelin, Onduline, Pasteur, Perrier, Peugeot, Pierre Cardin, Renault, Sanofi, Servier, Servier, Sheaffer, Societe General, Studio Line, Tefal, Total, Uniroyal, Valeo, Vichy, Yoplait, Yves Saint Laurent, ve diğerleri. Bunlar her gün her yerde karşımızda. Bunların olmadığı bir piyasa hayal edebiliyor musunuz? Bu markalar kendi sadık müşterileri için ekmek, su, sigara kadar vazgeçilmez. Güçlü markaların müşterileriyle onlarca yıldır uğraşarak kurduğu ilişki, dostluk ve yakınlıklar bir anda kopar mı? Boykot yapalım mı diye düşünürken, kime yarayacağını, bilançoda kimin hesabına kâr yazılacağını iyi hesaplayalım. Kazanacaksak hep beraber kazanalım. Hırs ve öfke karın doyurmuyor. > (Pazarola, pazartesi günleri yayınlanır.)