Mesleğimin gerektirdiği kadar okuduğumu sanmıyor, ayda üç-dört kitapla kendimi avutuyorum. "Beni al!" diyen kitapları alır, bunlardan "Beni başkalarına da okut!" diyen çıkarsa, ilgililerine bahsederim. Geçenlerde, bence hoş bir satış kitabını, satış işindeki bir grup gence gösterdim. İçlerinden sadece biri, "güzelmiş, hemen alıp okuyacağım" dedi. Diğerleri, ya doğru dürüst bakmadı, ya da "bu bize uymaz, biz kitaptaki gibi çalışmıyoruz" dedi. Çok sevindim ki, genel müdür bir çırpıda okudu, beğenmekle kalmadı ve "ben okuturum" dedi. Kısacası, okumaya ve başkasının aklına ihtiyacımız yok gibi görünüyor. Ya yazmaya? İnsanlara bir bakın ne kadarı yazmaya hazırlıklı? Kaçta kaçı gerektiğinde hemen bir not alabilecek teçhizata sahip? Kimler her işini yazıya döküyor? Söze dayalı kültürlerle yazıya dayalı olanlar arasında dağlar kadar fark varmış. Fareyle klavye arasında da öyle. Farenin "tık"larıyla bilgi tüketir; "klavye" şıkırtısıyla bilgi üretiriz. Tüketerek mi, yoksa üreterek mi bilgi toplumu olacağız? Fareyle tıklamaya alışmış (belki de alıştırılmış) bir toplumu, klavye kullanmaya nasıl yönelteceğiz? İnsanımız mail kullanıyor, ama en çok da "ilet" tuşunu... Yenilik ve proje, firmalar için hayatî konular. Bir fikir filiz verse, bu fikri yazıya dökelim, uçup gitmesin, diyen pek çıkmaz. Proje bir türlü yazıya dönüşmez. Zihinlerde gezinir. Proje için toplantı üstüne toplantı yapılır, ama bu toplantılarda herkes kendi kafasındaki projeyi pişirir. Çünkü ortada yazılı "bir" proje yoktur. Müesseseyi bir çırpıda anlatan bir tanıtım dosyası bulunmaz. Yeni personele de, yabancılara tanıtırken de "herkes kafasına göre takılır". Arada sırada, bazılarının aklına işleri yazıya dökmek gelir. Mesela, kalite belgesi almak için, prosedürler mutlaka yazılı olmalıdır. Ama, biliriz ki, bunlar bile çoğu yerde tebessümle yazılır, tebessümle okunur. Mecburen yazılır ve yazıldıkları yerde kalır. "O kadar da değil, biz ciddî işlerimizi mukaveleye bağlarız", diyenler de olacak tabiî. Ama, bir pürüz çıktığında firma avukatının, "sözleşme kötü hazırlanmış, bununla davayı kaybederiz, en iyisi siz karşı tarafla anlaşın" deyip işin içinden çıktığını da unutmayalım. Haydi birileri yazdı diyelim, yazılmışları okuyor muyuz? Altına imza koyduğumuz sözleşmelerde, her madde, bir bakıma, "şirket her durumda haklıdır, haksız göründüğü yerlerde de önceki madde uygulanır" der. Okuyor muyuz? * İş hayatında nüfusun en az yüzde sekseninin cebinde bir not alma aleti görülmedikçe, * Her ay, iş hayatının problemlerine ve her kademeden yöneticiye hitabeden otuz yeni kitap ve onlarca dergi yayınlanmadıkça, bunlar her defasında onbiner basılmadıkça, * Müteşebbis ve yöneticilerimiz ömür boyu biriken tecrübe ve tavsiyelerini hem kendi firma personeline hem de gençlerin dikkatine "yazılı olarak" sunmadıkça, * Kısacası, okuyup yazmadıkça, AB'ye girsek de olur, girmesek de... Mafyanın, kayıt dışının, rüşvetin, "kaş-göz" danışıklı rekabetin kaydı da, belgesi de yoktu ve yıllarca işleri lafla-sözle "idare edebildik". Ama meşhuur kriterler koca dosyalarla önümüze kondu. Okuduk mu? Aralıktan sonra kapı biraz daha aralanır da, AB tarafından, "projelerinizi getirin" derlerse, oraya "peynir gemilerimiz"le ve fareyle değil, klavyelerle hazırlanmış metinlerle gideceğiz. De, hazır şıkları karalayarak ve tıktıkla yetişen bir gençlikle nereye kadar? Şimdiden okumaya ve yazmaya başlasak anca varırız.