"Variller, ciddî sanayicilerden birisinin. Elli bin, yüz bin dolar için elli bin yüz bin kişinin, koskoca metropolün zehirlenmesini göze alacak kadar paragöz, açgözlü bir adam." Bunlar Bakan Osman Pepe'nin zehirli variller hakkındaki çarpıcı sözleri. Çevre İl Müdürü Mehmet Emin Birpınar da, "Atıklar imha ettirilseydi ton başına 1.500 YTL ödenecekti. Bu maliyetten kaçan sorumsuz kişiler maalesef bir katliama sebep oldular." demiş. Buzdağının görünen kısmı olarak tanımlanan "zehirli varil" olayı çevre konusunu yeniden gündeme getirdi. Çevre etrafında yaşanan araştırmaların, tartışmaların, "itiş-kakışların", problemlerin ucu ister istemez işletmelere varıp dayanıyor. Boş bir piyasa ve yüksek bir kâr fırsatı firmaları cezbediyor. Piyasanın sunduğu kâr motifi öylesine kuvvetli ki, çoğu kez, gözlerini kâr bürümüş girişimci-yöneticiler "çarpık kâr anlayışlarının kurbanı" olarak, "başkalarının kurban olmasına" rahatça göz yumabiliyorlar. Yıllardır yöneticilerimize, "müşterinin cebindeki paraya gözünü diken sakil bir satış anlayışı"ndan kurtulup, "insanların mutluluğunu hedefleyen bir pazarlama anlayışı"na terfi etmelerini öneriyor, ama anlatamıyoruz. "Öyle davranın ki, satışçılarınızın yırtınmalarına ihtiyaç kalmasın. Satışa değil pazarlamaya ağırlık verin", diyoruz. Aldırmıyorlar. Bir işletmenin asıl amacının müşteri memnuniyeti olduğunu, ona zarar veren, ona bir değer kazandırmayan ürünlerden ve işlerden uzak durmaları gerektiğini söylüyoruz. Bize gülüyorlar. Kâr peşinde koşanların peşinden koşan rakiplerin de çok olduğunu, işlerini kendi elleriyle yokuşa sürdüklerini; insana, topluma ve müşterilerine saygılı davranan firmaların ise daha da saygın hale geldiklerini yazıyoruz. Okumuyorlar. Basiretli bir işletmecinin, uzun vadeli bir bakışa sahip olması, problemler krize dönüşmeden tedbir alması, sonunda pişmanlık duyacağı "ucuzluklara" kapılmaması gerektiğini hatırlatıyoruz. Hemencecik unutuyorlar. Dinlemiyorlar, anlamıyorlar, unutuyorlar ve sonunda işte böyle "paragöz ve açgözlü" olarak yaftalanıyorlar. Üstüne üstelik bir de karşılarına "cerbezer çevreci örgütler" veya yasalar çıkıyor, onlarla uğraşmak zorunda kalıyorlar. Tabii şunları da düşünüyoruz: Bergama, Akkuyu, Sinop ve başka yerlerde "eylem koyan" çevreci örgütler halisane çevreciler mi? Profesyoneller mi? Bunlar çevre korumada etkili olabilirler mi? Çevreciliği bile kendine bir "kâr kapısı" olarak gören firmalarla mı bir yere varacağız? İşletmelerin çevreye zararlarını, zırt-pırt değiştirdiğimiz kanunlarla mı önleyeceğiz? Vicdan nedir? Ne zaman ve nasıl öğreneceğiz? Hem sadece suyumuz, havamız, toprağımız kirletilip zehirlenmiyor ki! Kirlenme, zehirlenme her yerde. Çarpık yapılaşma şehirlerimizi, çıldırtan trafik sinirlerimizi, çarpık medya ilişkilerimizi zehirlemiyor mu? Maddî zehirlerden başka manevî zehirler de yok mu? Fakiri zengini kışkırtan mallar, modeller, sağlığa zararlı ürünler; beyinlerimizi, düşüncelerimizi, inançlarımızı, kültürlerimizi zehirleyen kelimeler, kavramlar, kitaplar, yayınlar; kurumları ve sistemleri çürüten işler ve ilişkiler; acemi ellerden çıkmış, insanı çıldırtan berbat reklâmlar vesaire, hangisini sayalım? Bunlar da birer zehir değil mi? İşletme-pazarlama yöneticilerimiz maddeye ve kâra bakışlarını düzeltmedikçe, bir işe girişmeden önce vicdanlarına danışmadıkça, insanımızın ve gelecek nesillerin zehirlenmesinin önüne geçemeyeceğiz. Siz "kirleten öder" diyorsunuz, o kafa hâlâ "öderim kirletirim" diyor, kirletiyor. "Primum non nocere" (Önce zarar verme!) her profesyonelin uyması gereken en temel ahlâk kuralıdır. Buna hekimlerimiz kadar, işletmecilerimiz de uymalı.