Rahmetli babamla marangoz dükkanımızın "bir yirmiye iki on" yani yaklaşık iki metrekare yazıhanesinde özellikle işlerin az olduğu kış günlerinde seyrek de olsa sohbet ederdik. Bir zamanlar bir banker modası almış yürümüştü ya; bunu sormuştu rahmetli. Ben de üniversitede arz talep, yatırım, tasarruf, sermaye birikimi gibi kavramları duymuşum ya... Bilgiç bilgiç, her ne kadar bankacılık sisteminden farklı olmasa da, banker olayının iş hayatının sermaye ihtiyacının karşılamasında yeni bir enstrüman olabileceğini anlatmaya çalışmıştım. Rahmetli "Oğlum, bana şunu söyle de anlayayım! Bu işte alın teri var mı? Yani insanlar bu bankerlerle iş yaparken benim gibi terliyecekler mi? Bak ben bazen günde iki defa çamaşır değiştiriyorum. Bu insanlar da, ter dökecekler mi?" diye sormuştu. Ben cevap vermede zorlanmış "Ama baba, iş hayatında riske girmek de insanı fiziken terletmese de, ruhen ve fikren terletir..." gibisinden bir şeyler söylemiştim. Neticede "Ben onu bunu bilmem alın teri olmayan işin hiç kimseye hayrı olmaz!" diye kestirip atmıştı. Yıllar sonra babam vefat etti ve bu defa ülkemizde Menkul Kıymetler Borsacılığı gündeme geldi. O zaman yine babamın ölçüsüne vurdum bu gelişmeyi. Onun hassas olduğu kültür ölçülerine uygun bir sistemdi. İnsanlar hisse senedi alarak kâr veya zarara ortak oluyorlardı. Ancak yine alın teri ölçüsüne uymuyordu. Çünkü insanlar borsada işlem yapmanın adını 'Borsada oynamak' diye koymuşlardı. Bu deyim, bu işte "alın teri" olmadığını söylüyor demiştim kendi kendime. İşte dünkü gazetemizin manşeti bendenizi yine o minik dükkana götürdü ister istemez... Vergi veren rekortmen şirketlerin ve şahısların yüzde yetmişi kibarca "faaliyet dışı" denilen, babamın görüşüne göre "alın teri olmayan" işlerden kazandıklarından ödemişler o vergileri. Kriz için daha ne sebep arıyoruz ki! Dememiş miydi babam. "Alın teri olmayan işten hayır gelmez" diye. Aslında rahmetli bugünlerde sağ olsaydı ve de şu meşhur "reel sektör" muhabbetini duysaydı "işte ben bunu demek istiyorum" derdi, herhalde.