Otuz sekiz yaşında, Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, işletme bölümünde yardımcı donçent olarak görev yaparken, bir anda kendimi aynı zamanda İzmir Enternasyonal Fuar Müdürü olarak buldum... Emin olun neden nasıl olduğunu ben de anlamış değilim. Tamam, sevgili Burhan Özfatura Ağabeyle tanışıklığımız vardı ama beni nasıl buldu kendisine sorarsınız. Tabii İhsan Alyanak Bey'den devralınan bir fuar müdürlüğüne, değişik siyasi görüşe mensup yani, Turgut Özal'ın liberal görüşlerine ve bir ölçüde dindar yapısına uygun bir memur olduğumun düşünülmesi gayet normaldi. Bu yüzden (sonradan anlatılanlardan anlaşıldığna göre) İzmir Kültürpak'ın asude ve yemyeşil ve huzur veren ortamında görev yapan fuar müdürlüğü personeli arasında fırtınalar esmeye başlamış. "Geliyorlar ve hepimizi duman edecekler, kimbilir her birimizi nerelere sürer ve kendi adamlarını yerleştirirler buraya!.." Bütün bunlardan habersiz, üniversitenin nispeten rahat, problemlerin biraz daha cesaretle tartışılabildiği, insanlara diğer devlet dairelerine göre daha insanca davranılan bir ortamdan gelen ve de (bundan önceleri de söylemiş olabileceğim gibi) biraz da "saftorik" karakteriyle tanınan bendeniz korka-çekine fuar müdürlüğü binasına geldim... Ve de hayatımın ilk makam koltuğuna kuruldum. (Laf aramızda koltuk, şoförlü makam arabası, masanın altında ayağınızla bastığınız anda kapıda beliren özel görevliler, kapınızın önünde sekreteriniz ve de ağırlama bütçesi olan bir müdürlükte çalışmak ve mesela misafirlerinize çay kahve; hatta 80'li yılların şartlarında meyve suyu ikram edebilmek, bütün bunlar, kırkına basmamış bir genç adamın başını döndüren şeylerdir.) Çalışma arkadaşlarımla bir toplantı yapıp tanışma imkânı bulamadan kendimi işin içinde buldum. İlk defa personel şefi arkadaş geldi odama, bir şeyler imzalatacak. Dosyasını tatlı ve zarif bir şekilde masama koydu ve karşımda "elpençe divan" durdu. Oturmasını rica ettim. Evrakı inceleyeceğim tabii. Çünkü görev belli olunca bir beyaz bir de lacivert iki takım elbise diktirip hediye eden can dostum, piyade okulundan asker arkadaşım, fakülteden meslektaşım, Maliyeci Prof. Dr. Aytaç Eker'in nasihati var "Oğlum hiçbir evrakı iyice anlayıp dinlemeden imzalama, başını derde sokma!" Baktım arkadaş oturmuyor, ısrar ettim yine oturmuyor. Niyesini sordum, "Sayın Müdürüm ben on yedi yıldır bu Fuar Müdürlüğünde görevliyim, hiçbir müdürümün karşısında oturmadım" dedi. O zaman ben ayağa kalktım ve "Öyleyse ben de ayakta okuyayım evrakı ve öyle imzalayayım" dedim. Sonuçta arkadaşı oturtmaya; hatta benimle beraber rahmetli Mahmut Amca'nın köpüklü kahvesinden içmeye bile razı edebildim. İlk bir yılın yarısı bu amir-memur ilişkilerini düzenlemekle (kimse duymasın biraz sulandırmaya çalışmakla) geçti. Sonra hiç kimse "Artık beni buradan sürmeyecekler galiba" çizgisine gelince, gaza basmaya başladım. Senede iki ayı dolduran İzmir Enternasyonal Fuarı'nın yanında yılda on tane de ihtisas fuarı yapmanın plan ve projeleri başladı... Toplantılar, kavgalar, şakalar, gırgırlar, geceli gündüzlü neşeyle, şevkle bir kardeşlik havası içinde dört yılın sonuna gelindi. Seçimlere bir yıl kala bir toplantı yaptım ve bir nutuk attım: "Arkadaşlar bugüne kadar sizlerle hiçbir sınırlama olmadan, kimin ne görevde olduğunu sorgulamadan, on bir tane fuarı başarıyla gerçekleştirir hâle geldik. Bu gibi makamlar malum geçicidir. Bir yıl sonra bendeniz burada olmayabilirim. O yüzden şu ana kadar yaptıklarımızdan hareketle, yaptığımız işleri tamamlayalım, herkesin yetki ve sorumluklarını belirleyelim, bunu baz alarak da fuar müdürlüğünün, yönetim şemasını tamamen objektif kriterlerle belirleyelim. Şu anda mevcut olan müdür yardımcılıkları ve şefliklerini de geleceğin ihtiyaçlarını gözönüne alarak azaltalım, çoğaltalım, bizden sonra gelecek arkadaşlara derli toplu bir şekilde bayrağı teslim edelim. Ne dersiniz?" "Quantum Liderlik" tarzı... Hiçbir şey demediler. Ama o nutuktan ve yönetim şemasını duvara asma teklifimden sonra arkadaşlar, sanki üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi oldular. O ana kadar herkesin herkese canla başla yardım ettiği, herkesin her işe "Bu benim işim değil" demeden koşuşturduğu, herkesin her konuda fikrini rahatça söyleyebildiği, atmosferde kara bulutlar dolaşmaya, herkesi "Benim koltuk altımdan kayar mı?" endişesi sarmaya, "Aman amirlerimizle iyi geçineyim" endişesi insanları tedirgin etmeye başladı ve performans gümledi!.. İşte şimdi anlıyorum ki, o meşhur nutuktan öncesi "Quantum Liderlik" tarzı imiş, sonrası ise şimdilerde Amerikalıların başının derdi olan herkesin başına bir müfettiş diken Fordist-Taylorist yöneticiliğe adım atmaya çalıştığım dönem imiş! Anladın mı Taha Kurtiş?..