Bizim neslin eli, bin dokuz yüz yetmişli yıllarda para görmeye başlamıştı. Üniversite asistanı olduğum o yıllarda ilk maaşım bin lira civarındaydı. Üçyüz liraya bir çatı katı kiralamıştık. İlk olarak bir buzdolabı aldık taksitle, sonra bir dikiş makinesi, bunların taksitleri ödeniyor, eh ayın sonu da öyle ya da böyle geliyordu. En önemli harcama kalemimiz gıda idi. Haftada bir pazara gider Ege'nin bereketini eve taşır, bir haftalık manav ihtiyacını karşılardık. Tüketim malları konusunda hiçbir talebimiz yoktu, olamazdı da zaten. Uzun yıllar kayınvalide sağolsun çamaşır makinesini hediye etmişti de, epey rahatlamıştık. Merdaneli idi, ama işe yarıyordu. Araba almak hayal bile edilemezdi, yetmişlerin başında on sekiz bin liraya satılan o zamanların bir markası için, parayı yatırıp bir yıl beklemek gerekiyordu. Gümrük duvarları öylesine yüksek ve muhkemdi ki, dışardan bir arabanın içeriye sızması, deveyi iğne deliğinden geçirmek kadar zordu... İşte o yıllarda, yetmiş dörtte doktora çalışması için Almanya'ya gitmiştik. Aman Allahım, sanki apayrı bir dünyaya gitmiş gibi olduk. Bin iki yüz mark bursumuzla, biraz bilezik takviyesi, az biraz dayımızın kredi desteğiyle, hemen bir Volkswagen (kaplumbağa) alıverdik. O zaman 1967 model o külüstürle, tatile geldiğimizde, bütün millet sanki Ferrari görmüş, gibi çarpılıyordu. Halbuki bin iki yüz marka almıştık o garibanı. Yani bir aylık gelirimiz karşılığı idi. Türkiye'de aynı arabayı almak için belki de iki yıllık maaş yetmezdi. Almanya'da açılıp yatak olan çek-yatı gördüğümüzde, biz böyle şeyleri ne zaman beceririz diye iç geçirmiştik. Nerde kaldı bir otomobil üretir hale geleceğimiz, hele hele otomobil üretip ihraç edeceğimiz. O yıllar Türkiye'nin ihracatı belki iki milyar dolar bile değildi. Karşılığında ancak petrol ithalatımızı karşılıyabiliyorduk. O günlerde hiç kimse otuz yıl sonra Türkiye yüz milyar dolara yakın ihracat yapar diye düşünemezdi bile. Herkes karnını doyurduğuna razıydı. Gönlünü de yakışıklı laf edebilen, demagog politikacıların nutuklarıyla doldurmaya çalışmaktaydı. "Kendi kendine yeterli bir tarım ülkesi olmak" gibi kısır paradigmalar, "yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı" gibi sadece kulağa hoş gelen sloganlar, "Türk parasanın değerini koruma" isimli hamaset yüklü kanunlarla günler geçer gider, milyonlarca dolar ödenerek ithal edilen film şeritleri, ya terbiyesiz görüntülerle ya da kaba komünist söylemlerle dolu senaryolar için, veyahut da Türk insanının milyonda birini temsil ettiği bile söylenemeyecek eli kadehli, gömleği papyonlu, eteği minili güya "actriss" yani sanatçılar tarafından tiksinti verici yapmacıklarla dolu filmler(!) için harcanırdı. Şimdi bütün bunları günümüzdeki görüntülerle karşılaştırın. Hepsinde büyük ölçüde iyileşmeler görünüyor. Ancak o günlerden daha kötü olan ne derseniz, bizim zamanımızda, kimse kimsenin, özel hayatına bugünkü kadar müdahale etmezdi, insanlar biraz daha anlaşıylı, biraz daha (hoşgörünüz) terbiyeli biraz daha hoşgörülü idiler. Nostalji takılmak denen şey bu mudur, ne dersiniz?