İş dünyası bir cam fanusun altında bulunmuyor, ya da bir serada faaliyet göstermiyor. Dolayısıyla toplum da, ülkede meydana gelen olaylardan doğrudan etkileniyor. Eskiden bu etkilenmeyi ölçmek daha zor idi. Şimdi yüzde yüz yansıtmamakla beraber etrafta olan bitenin etkilerini Menkul Değerler Borsası'nın rakamlarıyla günlük olarak ölçmek mümkün. Ama esas ölçü vatandaşın geçim sıkıntısının şiddetidir. İstanbul'da bir sitede oturuyorum. Siteler ekonomik durumları iyice olanların oturdukları mekanlar oluyor. Ancak çeşitli vesilelerle İstanbul'un göbeğindeki semtlerin dıştan bakıldığında apartman görünümlü olan yerleşim merkezlerinde bile öylesine acınacak durumda olan aileler, yaşlılar, bebeler, gençler var ki. Bu insanlarla bir şekilde temas kurduğumuzda sefaletin boyutlarını görüp ürpermememiz mümkün değil. Dünyada, fakirliğiyle tanınmış birçok ülkeyi gezdim, oralarda şahit olduğum acınacak durumlar, ülkemizde de var ancak, "kimse kimsenin pek umurunda olmadığı", "Çoğunluğun komşusu aç yatarken tok olmayı normal saydığı" için pek fark edilmiyor. Zaten farkedilse bile "Ben ne yapabilirim, gücüm yetmez ki hepsine yardım etmeye!" mazeretiyle sıyrılmaya çalışmıyor muyuz? Birazcık etrafımıza göz atsak böyle yüzlerce örnek görmek mümkün. Bu durum nasıl değişir? Son yıllarda bu konuda Belediyeler ve faaliyetleri takdire şayan birçok sivil toplum kuruluşları darda kalmış bu insanlara en azından günde birkaç öğün yemek, ya da birkaç günlük yakacak yardımı yapıyorlar. Ancak bu insanlara esas yardım, onlara ancak bir iş imkânı sağlamakla yapılabilir. Bunun için de gerek kamu gerekse özel sektörün verimli yatırımlar yapmaları gerekiyor. Özellikle emek-yoğun sanayilere bir süre daha ağırlık vermemiz gerekiyor. Bu tür yeni yatırımların yapılabilmesi birinci şart olarak siyasi istikrarı, bunun yanında bıktırıcı bürokrasinin azaltılmasını, girişimcilerin önlerinin açılmasını gerektiriyor. İktidarın, muhalafetin, askerin, sivilin buna kafa yormaları gerekirken, uğraştığımız konulara lütfen bir bakar mısınız? "Servetini açıkla!", "Hayır önce sen açıkla!" Bu tartışma ise, gündemi meşgul eden kepazelik ve rezilliğin yanında bayağı önemliymiş gibi tam sayfa manşetten sunuluyor. Siyasiler yine eskilerin "kayıkçı kavgası" dedikleri didişmelere başladılar. Sine-i millete dönmek!.. İşin üzücü tarafı son günlerde hükümetin de bu tartışmalara katılmakta daha istekli olması. Halbuki Başbakan çıksa şunu dese kim ne diyebilir: "Kardeşim bu devlet bir hukuk devletidir. Benim servetimin nereden gelip nereye gittiğini hakimler ve savcılar günü gelince sorarlar. Örneği şu anda gündemdedir. Bundan önce görev yapmış bakanlar Başbakanlar şu günlerde mahkeme huzurunda hesap vermektedirler. Ben de zamanı gelince bu hesabı veririm. Gelin biz bu kısır çekişmeyi bırakalım da, şu anda buz gibi odalarda aç ve sefil bir şekilde titreşen yavrularımız ve onların çaresiz ana babaları için ne yapabiliriz onu konuşalım. Yok biz bunu konuşmuyoruz diyorsanız ben de sizinle konuşmuyorum, işime bakıyorum. Çünkü seçim zamanı gelince ben o insanlarla muhatap olacağım, ne haliniz varsa görün!.." Sine-i millete dönmenin en güzeli olan bu davranışa ne kadar hasretiz değil mi?