Zihinsel prangalardan kurtulmadan bir yere varmak mümkün olmuyor, olmamış, gelecekte de olamaz. İnsanı, kâinatı bir bakışta çözmek, öyle kolay olsaydı ne güzel olurdu. Ama öyle mi ya. Yazılı kültüre geçildikten beri insanoğlu kendini ve çevresini keşfetmeye, anlamaya çalışıyor. "Ben neden varım?" sorusu bin yıllardan beri insanoğlunun beynini zonklatan bir sorudur. Herhalde kıyamete kadar da sorulmaya ve de cevap aranmaya devam edilecek gibi gözüküyor. Tabii bu soruya gerek inanç bazında gerekse teoriler, diğer bir deyişle varsayımlar bazında cevaplar verilmiş başından beri. Bu cevapları kabul edenler de taraf olmuşlar. Bu "taraf"lar birbirleriyle konuşabildikleri, birbirlerini anlayışla karşılayabildikleri dönemlerde, insanoğlu barış ve huzur içinde yaşamış, bu arada bilim ve teknoloji de önemli gelişmelerde daha ziyade bu ortamlarda meydana gelmiş. Ama bu "taraf"lar birbirlerine yeterli hoşgörüyü gösteremedikleri dönemlerde, insanlık savaş ve krizler dolayısıyla büyük kayıplara uğramış, çekilen acılar yetmezmiş gibi, insanlığın refah ve mutluluğuna katkıda bulunacak birçok bilimsel çalışma sekteye uğramış. Bütün milletlerin tarihi geçmişinde bu olayları görmek mümkün. Yakın tarihlerde Avrupa'da yaşanan üniversite-kilise, Katolik-Ortodoks çatışmaları bunların sonucu ortaya çıkan engizisyon mahkemeleri, soykırıma varan savaşlar çok can yakmış, çok yuva söndürmüş, birçok buluş ve keşfi ertelemiş. Bu arada bizdeki duraklama döneminden sonraki "Kabakçı", "Patrona Halil", "Celâli" vs. adlarla tarih derslerinde bizlere sadece isimleri öğretilen, neden olduğu; neye sebep olduğu hiç tartışılmayan ya da tartıştırılmayan birçok isyanların temelinde de inanç boyutunun rol oynadığı malum. Biraz daha özelleşirsek, Türkiye'de son elli-altmış yıldır bir o kadar kavga gürültü çıkmış, çıkarılmış, bundan ne büyük yaralar almışız... Hatta günümüzde hâlâ hazımsız tartışmaların canlı örnekleri yaşanıyor. Birtakım insanlar çıkmışlar, bütün dünyada yaygınlaşma eğilimi gösteren "yaratılmış olmaktan" yana tavır koyuyor ve bunu birtakım yayınlarla savunuyorlar. Bunların karşı "tarafı" ise, bu konuda aynı bilimsel yaklaşımı benimsemek yerine, çeşitli yayın organlarını kullanarak onları sindirmek yolunu seçiyorlar. Halbuki "taraflar" oturup konuşmalı ve birbirlerini ikna etmeye çalışmalı, ikna olmazlarsa, hoşgörüyle yollarına devam etmeliler değil mi? İş hayatına da yansıyor!.. Diyeceksiniz ki, "Bütün bunların iş dünyası ile ne alakası var?" Olmaz olur mu efendim? Bu tür "zihinsel prangalarla beyinleri bağlanmış" insanlar toplumun her kademesinde örgütlenmeye; mesela ekonomik hayatta da güçlenerek fikirlerini karşı tarafa ekonomik baskı yaparak kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bütün bu olan bitenler iş hayatına da yansıyor, sermayenin renkleri belirleniyor, rengine, inancına, dünya görüşüne göre şekillenen menfaat gruplaşmaları yıllardır anamızı ağlatıyor. Tamam çıkar çatışması olur, rekabet olur, hatta ekonomik savaşlar yok edici hamleler olur iş hayatında. Hepsi normal kabul edilebilir. Sonunda herkes "Bükemediği bileği öper!" Ama işin içine "paradigma savaşları girince" kimin galip kimin mağlup olduğu anlaşılamıyor. Olan güzelim memleketin kaynaklarına oluyor, ayrılıklar üzerine bina edilen iş hayatı, bütünleşip globalleşemiyor, fert başına milli gelir üç-dört bin dolarlar seviyesinde sürünüp duruyor. Bu işin ortalaması; aslında nüfusun %20'si, gelirin %80'ini harcıyor, ama o görüntü ağız dalaşıyla flulaştırılıp, üzeri örtülüyor.