Bendeniz "68 kuşağı"yım. Türkiye'de öğrenci hareketlerinin ilk başladığı yer olarak, Ege Üniversitesi bilinir. Eh! Belki de doğrudur. Çünkü biz 1968 yılında Ziraat Fakültesi son sınıfındayken hareketlenmeler başlamıştı. Şimdi öğrencileri harekete geçiren sebepleri merak ediyor olmalısınız. Arz edeyim... O zamanlar önemli olan diplomayı almaktı. Diploma alındıktan sonra önemli olan ise bir "dayı" bulmaktı. O zamanlar Ziraat Yüksek Mühendisi olarak mezun olan bizim gibilerin tek imkânları vardı: Devlet memurluğu... İşte bu memurluk meselesinde de iki ihtimal vardı. Tarım Bakanlığına müracaat ediyoduk, süslü diplomamızın noterden tasdikli fotokopisiyle. İşte bundan sonra iş çetrefilleşiyordu. Çünkü henüz Devlet Personel Kanunu yoktu. Dayısı olanlar 1200 lira maaşla yevmiyeli olarak, dayısı olmayanlar 400 lira maaşla normal devlet memuru kadrosuyla işe yerleştiriliyorlardı. İşte o günlerde öğrenci hareketlerini tetiklemek için bu aslında gayet mantıklı ve tutarlı motif kullanılmıştı. Böyle olmamalıydı. Herkes adil bir sistemle aynı işte aynı maaşla çalışmalıydı. Bunun düzeltilmesi için hükümete başvurulmuştu. O zamanlar Süleyman Demirel Başbakandı. Tatminkâr bir cevap alınamadığı söylenmiş ve önce bazı günler yapılan boykotlar, tam bizim mezun olacağımız 68 Haziran'ında "İmtihanlara girmemek" tarzında şekillenmişti. Sizin anlayacağınız bizim gibi sağa sola pek bulaşmayan çoğunluk, bir yıl kaybetmek tehlikesini görünce, aklımız başımıza geldi. Toplantı, forum, kavga gürültü derken, "Başbakan bu durumun düzeleceğine kesin söz verdi" mesajıyla boykot kalkmış, biz de imtihanlara girip "diplomamızı" alabilmiş ve memurluk yoluna doğru adım atmıştık. Sonrasında öğrenci hareketleri daha bir değşik boyut kazandı ve ülkemiz bunlardan epey sıkıntı çekti. Ancak benim burada gündeme getirmek istediğim konu şu. O zamanlar "diploma"yı kaptın mı, devlette de bir işe kapağı attın mı, tamamdı. O günlerde Ziraat Fakültelerinden mezun olanların başka bir vizyonu yoktu. O günkü şartlarda olamazdı da belki. Nitekim birçok arkadaşım, şu anda yirmi-yirmibeş yıllık bir memuriyet döneminden sonra emekliliğin tadını çıkarmakla meşgul. Popülist politika yapıldı!.. Aslında o zamanlarda bile Almanya'da "Biyolojik Tarım" gündemdeydi. Mesela ineğin memesinden şişeye doldurulan süt normal sütün üç katı fiyatına satılmaktaydı. Şimdi kendi kedime soruyorum: O zamanlar birileri bu işin öncülüğünü yapıp, "Biyolojik Tarım" yani "İlaçsız ve yapay gübresiz tarım bizim stratejik hedefimizdir" deseydi ve de yılların memur masalarında heba ettiğimiz ziraat mühendisleri bu vizyona odaklansa idiler, şimdi çoktan Ortak Pazar'a girmiş ve dünyanın yıldız ülkelerinden olmuştuk. Ama biz popülist politika yapmayı tercih ettik, çiftçinin bilinçsizce ürettiği her ürüne yüksek taban fiyat vererek onların oylarını garanti etmeyi marifet saydık ve işte bugünlere geldik. Son günlerde mesela Karadenizli çay üreticileri taban fiyatını düşük buldukları için çaylarını yakmışlar. Seçim sath-ı mailine girdiği halde; aslında çiftçiye de orta ve uzun vadede zarar verecek olan popülist politikalara tevessül etmeyen ve onları kızdırma riskini göze alanları tebrik ediyorum. Herkes hesabını iyi yapmak zorundadır. Bunun adı da AB'nin "Maastrich Kriterleri"dir. Seçim meçim, geçer gider ama AB yolundaki çileli günler daha uzun yıllarımızı alır. Hepimize kolay gelsin...