Bazan siz de dalar gider misiniz, kimiz, neyiz, dünya, galaxi, evren vs... diye. İnsanoğlundan başka bu soruları sorabilen canlı bilindiği kadarıyla yok, en azından bizim kulaklarımızla duyduğumuz yok. O zaman "insan" denilen canlıyı hafife almaya da hakkımız yok. Onu; düğmesine basıp çalıştırdığımız, durdurduğumuz, hissiz alet edevata, makineye, bilgisayara benzetme lüksümüz yok. Ancak şöyle bir etrafınıza bakın; toplumda çevresindeki insanlara bu gözle bakan onu makineden ayrı bir varlık olarak idrak eden insanların oranını kestirmeye çalışın. İş hayatını ve çalışma ortamlarını bu gözle taradığımızda durumun daha acıklı olduğunu söyleyebiliriz, değil mi? Hele hele; şimdi bize insan hakları konusunda tavsiyelerde bulunan, hatta bunun mahkemesini kurup herkes gibi bizi de yargılayan, verdiği mahkumiyet kararları ile ara sıra canımızı acıtan, hatta kesemize el atan Batı'nın geçmişi çok daha karanlık bu konuda!.. Bizim atalarımızın, dedelerimizin her bakımdan rahat ve huzur içinde yaşadıkları ve yaşattıkları dönemlerde; mesela işçinin ücretinin teri soğumadan verildiği, sultanların vatandaşları ile aynı mahkemede yargılanıp, hüküm giydiği, insanların, incinmeden ihtiyaçlarını gidermeleri için sadaka taşları dikilip, durumu müsait olanların gizlice bu taşların üzerine koydukları paralardan fakirlerin ihtiyaçları kadar yine gizlice aldıkları, toplum hayatının kibar, huzurlu, kelimenin tam mânâsıyla "insanca" olduğu asırlarda Batı'nın insan ilişkileri ve hakları konusunda durumu içler acısıydı. İnsanlar, tarım çağının feodal sistem denilen derebeyilik düzeninde eziyet çekerken bir anda geçilen sanayi çağında âdeta esir gibi çalıştırılmaya başlanmıştı. Sendikalaşma ve kooperatifçilik hareketlerinin insanların açlık ve sefaletliklerini biraz hafifletebilmek için kurulduğunu ve geliştiğini biliyoruz. Ancak Batı insanı çok ağır eziyetler çektiği o zamanlarda, ağır bedeller ödeyerek yaklaşık iki yüz yıl süren çileli bir dönemin sonucunda hiç değilse çalışıp kazanabileceği, emeğinin karşılığını alabileceği, kendi ölçüleri içinde "insanî" bir düzen kurmayı başarmış bulunuyor. Çok ağır bedeller ödenerek ele geçirdiği bu düzeni korumak ve kollamak için de, birçok milli özellik ve değerlerini ikinci planda tutarak kurduğu "Avrupa Birliği" idealini sürdürmeye çalışıyor. Motive etmek için... Özellikle bilgi çağının gerekli kıldığı "insan odaklı" yaklaşım tarzını gerek siyaset ve gerekse ticaret ve işletmecilik alanlarında yaygınlaştırmaya çalışıyor. İşte bu yüzden de son yıllarda, insanın, sadece maddeden ibaret olmadığı, onun duyguları, inançları, kendine göre özlemleri, idealleri olduğunu kabul etmeye çalışarak, insanların matematik ve mantık zekâları yanında "duygusal", "sezgisel", "manevî" zekâları olduğunu vurguluyor. İnsanın iç dünyasını keşfetmeye, buradan ele geçireceği bulgularla insanları motive etmeye onları şevklendirmeye kafa yoruyor. Ülkemizde de yıllarca tesirinde kaldığımız batı sanayi çağı tipi katı yönetim anlayışının sorgulandığını, iş hayatımızda insana, daha çok değer veren yepyeni yönetim tarzlarının konuşulduğunu uygulamaya çalışıldığını memnuniyetle görmekteyiz. Şimdi sıra batı dünyasının hiç kafa yormadığı, ya da görmezden geldiği kendi kültürel değerlerimizle, batının insancıl yönetimi tarzını daha da güçlendirmek... AB üyeliği işte bunun için önemli. Avrupa asırlar süren arayışının temellerini bulacak ve daha da rahatlayacak. Biz de elimizdeki muazzam kültür mirasının farkına varıp insanlığa daha büyük katkılarda bulunmanın hazzını tadacağız...