Son on hatta on beş yıldır kendime bir misyon edinmiştim. Yani kendime "özel bir görev" vermiştim. Diğer bir deyişle "bundan sonra yaşamamı değerli kılan bir sebebi" belirlemiştim. Bu misyonu gerek gazetede gerekse televizyonda sık sık gündeme getirmiştim: "Bundan böyle elimdeki her imkânı Türkiye'nin yönetim kalitesini artırmak için kullanacağım!" Çünkü kamuda, özel sektörde, sanayide, medyada bilgi sektöründe, sivil toplum kuruluşlarında gerek yönetici gerekse yönetilen olarak çalışırken tespit ettiğim değişmez gerçek: "Bir kuruluşun başarısı o kuruluşu yönetenlerin aldıkları kararların kalitesi ile doğru orantılıdır." İnsanoğlunu diğer yaratıklardan ayıran birçok özellikleri var. Bunların en önemlilerinden biri, onun "Karar verme imkânı"na bir konuyu "muhakeme etme kabiliyeti"ne sahip olmasıdır. Hayvanlar bunu tamamen içgüdü ve sezgileriyle yaparlar ve pek fazla da yanılmazlar. Böyle olduğu için de varlıklarını sürdürmekte pek fazla zorluk çekmezler. Ama insanlar önlerine çıkan alternatifler arasından seçim yapmak ve bunun için devamlı karar vermek durumundadırlar. Bir an düşünün geriye yaslanıp, âdeta her saniye bir karar verdiğinizi hissedersiniz ve karar vermenin ne kadar yaman hatta yıpratıcı bir faaliyet olduğunu herkes bilir. İşte yönetimde karar alanlar, bu kararı sadece kendileri için değil, birlikte oldukları insanlar için de almaktadırlar. Bu yüzden yöneticilerin karar alma süreçleri daha sancılı ve yıpratıcı olmaktadır. Şu anda aklıma geliveren bir karar örneği mesela Napolyon'un ordusunu Rusya'nın soğuğuna sürmesi ve sonuçta perişan olmaları. Ya da bizim son yıllarda gün yüzüne çıkan Sarıkamışfaciasına yol açan karar. İş dünyasında işler büyüdükçe ve küreselleşmenin etkileri arttıkça yanlış ve kalitesiz kararların zararları da daha fazla oluyor. Bundan otuz kırk yıl öncesinin, zaten yarı aç, yarı tok yaşayan, bulduğuyla yetinmek zorunda olan insanların hayatında "kendi yağıyla kavrulması"nın gözde strateji olduğu, sanayi mamulü olarak teneke sobanın ileri teknoloji ürünü sanıldığı, "cizlaved" lastik pabucun en önemli ithal mal olduğu, bu yüzden de kâr marjlarının yüzde yedi yüz, yüzde sekiz yüzlerle ölçüldüğü zamanlarda bir yöneticinin yanlış kararından doğan ayıpları 'kâr'lar örtüyordu. Ama şimdi, "kararlara, o kararlardan etkilenecek herkesin katılması" ile kaliteli kararların alınabileceği gerçeği anlaşılmaya başlanmıştır. Bu ailelerde de, şirketlerde de, milletlerde de, milletlerarası kuruluşlarda da böyledir. İşte "demokrasi" denilen daha iyisi olmadığı için en iyi karar almak mekanizması olarak kabul edilen metot bunun için kıymetlidir. Bunu tam hazmeden organizasyonlarda başarı şansı yüksektir. İşte bendenizin ülkede bütün olup bitenlerin ötesinde yönetim işine karınca kararınca kafa yormamın sebebi de budur. Ülkemizde her kademede "insanı odağına alan bir yönetim kültürü"nü yaygınlaştırırsak, birkaç zaman sonra bugün takılıp kaldığımız mevzular "komik anılar albümü"nde kalır. Bunu beceremezsek patinaj yapmaya devam eder, "Biz ne zaman kendi yaptığımız füzeyi uzaya fırlatabileceğiz" diye hayıflana hayıflana, üçüncü lig ülkeleri içine doğru yol alırız. Ben şahsen bunu istemiyorum. Türkiye'nin yüzde sekseni de istemiyor. Kararlarımız kaliteli olsun!