Avrupa iki büyük harp gördü. Her ikisinde de yerle bir oldu. Tarihe ve belgelere meraklı olanlar özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'nın hali pür melâlini iyi bilirler. İnsan, bu şehirler bir daha asla var olamazlar der o görüntüleri görünce. Ama gidenler bilir Berlin'i, Paris'i, Viyana'sı, Prag'ı hatta Bükreş ve Sofya'sı bile kendi kültürlerini yansıtan mimarî tarzlarıyla yeniden inşa edilmiştir. Aynı şekilde sanayi ve eğitim kuruluşları çabucak toparlanıp faaliyete geçebilmiştir. Burada en önemli nokta her milletin kendi kültür değerlerini kaybetmemesi ve onu devam ettirmesidir. Bu değerlerin içine eğitim, üretim, tarım, sanayi, tüketim gibi çeşitli kültürlerin yanında yönetim kültürü de girmektedir. Yetmişli yılların başında üç yıl Almanya'da kaldım. Bu süre zarfında işçi olarak çalışan birçok arkadaşım ve tanıdığım oldu. Onlardan dinlediğim birçok vaka bizim şimdilerde kafa yormaya yeni başladığımız yönetim tarzlarının oralarda o zamanlar uygulanır olduğunu ortaya koymaktaydı. Bir örnek... Hadi firma ismi de vereyim. Bir arkadaşım Philipps firmasının Frankfurt civarındaki üretim tesislerinde çalışıyordu. Anlatıyor: "Abicim yöneticiler çok kibar ve anlayışlı davranırlardı. Ustabaşılarla dalaştığımız olurdu ara sıra. Konu yöneticilere intikal ettiğinde her defasında hakkaniyetli kararlarla karşılaşmışımdır. Hatta bazen kabahat bende olduğu halde yabancı olmam dolayısıyla kayrıldığım bile olmuştur. Şirkette 'öneri sistemi' diye bir şey vardı. Yaptığımız işle ilgili tekliflerimizi yapardık. Bu teklifler kabul edilip uygulandığı takdirde teklifi yapan kişiye, o uygulamadan doğan tasarrufun belli bölümü hediye edilirdi. Bir defasında ben de bir buluş yapmıştım, bana üçbin mark hediye etmişlerdi, ne kadar şaşırmıştım. İnancım konusunda alaycı davranışlar gösteren bir ustabaşını önce ikaz etmişler sonra işten çıkarmışlardı. Adamlar ne olursa olsun 'insan'a değer veriyorlardı. Bu da insanları daha gayretli yapıyordu!.." Bu hikayeyi birinci ağızdan dinlemek isteyenlere, bu arkadaşın telefon numarasını veririm, kendisi şimdi emekli ve Türkiye'de. Diyeceğim o ki, kalkınma nutuk atarak olmuyor. Önce ülkenizin kültürüne sahip çıkacaksınız, sonra insan kaynağını gayrete getirecek yönetim kültürünü benimseyip uygulayacaksınız. ? Münasip bir lisanla!.. Şimdi de bir soru: "Yetmiş milyon insanı yönetmeye çalışan liderlerden iktidarı muhalefeti, fark etmez hangilerinin yönetimle ilgili bugüne kadar neler okuduğunu merak ediyor musunuz?!." Diğer bir soru: "Ülkemizdeki ilk beş yüze giren kaç şirkette mesela Almanya'da yaklaşık kırk yıl evvel uygulanan 'öneri sistemi'nin uygulanıp uygulanmadığını merak ediyor musunuz?" Son soruyu da kendinize sorun lütfen: "Yönetim bilimiyle ilgili olarak ben son bir yılda, -hadi beş yılda diyelim- kaç kitap okudum?" Lafla peynir gimisi yürümüyor, nutuk atmakla global şirket olunmuyor. Lafla peynir gemisi yürüseydi kırk yıllık siyasetçi Deniz Baykal şimdi başbakan olurdu. Neden olamadığını bizim "68 kuşağı"nın becerikli dobracısı Engin Ardıç ara sıra münasip bir lisanla açıklıyor. Oradan okursunuz. Engin Ardıç, sosyo kültürel mevzulardaki derin vukufu ile ve münasip bir lisanla(!) açıklıyor...