Sümerbank mağazası bizim evin altındaydı. Bizim kiracımızdı. Hafta içi pek gelen giden olmazdı ama salı günleri dolar taşardı. Alaşehir ve civarının bütün kasabalısı köylüsü doluşurdu bu minicik mağazaya. Minicik dediğim yine üç dört yüz metrekare bir alandı. Benim "çocucak" gözlemlerime göre hiçbir iş yapmadığını zannettiğim müdürün kocaman bir odası bile vardı. Kumaşı (çünkü kumaştan başka bir şey yoktu, ayakkabı, mağaza başka bir binaya taşındıktan sonra satılmaya başlamıştı) veren memurlar salı günleri sanki sözleşmiş gibi en somurtkan çehrelerini takınırlardı. Genç yaşlı köylü hanımlar güneşin altında epey bekledikten sonra sıra kendilerine geldiğinde korka çekine kumaş beğenmeye çalışırlar, Sümerbank'ın devlet memuru tezgâhtarları o esnada tezgâhın üstünde olan kumaşı "cart" diye keser kıvırır, fişini keser "Sıradakiii" der, bütün heybetiyle (önüne gelen müşteriye-önünde duran kumaşı) vererek mesailerini doldururlardı. Minicik zihnimde derin izler bırakan bu gözlem devlet kurumlarıyla ilişkilerimde daima bir çekingenlik oluşturmaktadır. Geçen pazar günü Tunus'tan gelen amca kızlarıyla beraber bir Boğaz turu yapalım dedik. Trafiğin durma noktasına geldiğini görüp kendimizi Yıldız Parkının serin gölgelerine attık. Malta Köşkünde çay içmek için belediyenin yani bir bakıma devletin bir kurumu olan Beltur'un garsonlarından birine korka çekine "Abisi bu misafirler Tunusludur, orada çayın içine birkaç yaprak taze nane koyarlar, böyle bir şey mümkün olur mu?" diye fısıldadım. "Ne demek efendim, mutfağımızda taze nane vardır, hemen hallederiz" dedi fırladı ve bizim naneli çaylar üç dakikada önümüzdeydi. Demek ki dedim mesele "sistemde" değil "anlayışta"... Anadolu'nun kavruk insanları işin içine girdikçe, sistemler daha bir insanileşiyor, güzelleşiyor, zarifleşiyor. Naneli çayı da bir ara denersiniz, fena olmuyor...