Yıl 1974. Almanya'ya genç bir doktora öğrencisi olarak gitmiştim. O günlerde enstitüdeki Alman çalışma arkadaşlarım kıyafetime bakıp, "Siz her zaman böyle ceket kravat, daha doğrusu bizim gibi mi giyiniyorsunuz? Fes takmıyor musunuz?" diye gayet safiyane sorarlardı. Bu, şu demek: Avrupalı'nın genel kültür seviyesi oldukça düşüktür. Zaten bütün düşünürleri de tarihî ve felsefî kronolojik analizler yaparlarken, Yunan, Roma, Hıristiyanlıktan bahsederler, sonra 700 yıla hatta 1000 yıla yakın bir süre hüküm sürmüş Türk varlığını nedense es geçerek, Çin ve Uzakdoğu kültürlerine uzanırlar. Sanki Gazneli, Selçuklu, Osmanlı yaşamamıştır bu coğrafyada. Şimdi onların torunları da farklı değiller. Ancak haberleşmedeki muazzam gelişmeler Avrupa insanının da ufkunu genişletiyor, genel kültürünü geliştiriyor. Diğer bir görüş de; Avrupalı Türkleri ya tanımaz, ya da kötü tanır. Bu paradigmayı yıktığınız zaman gerçekten Avrupa ailesinin bir ferdi olacağız. Ancak önce kendi kendimizi tanımamız gerekiyor. Biz kimiz? Bizim kültürel, ahlaki, sosyolojik, psikolojik normlarımız nelerdir? Bölgesel farklılıklarımızı sosyo-psikolojik araştırma sonuçlarına dayalı bir şekilde analiz etmemiz hayati önem taşıyor. En zor bilim dallarından olan sosyoloji maalesef ülkemizde yeterince gelişememiş durumdadır. Son yıllarda düşünce ve fikir hürriyeti konusunda gerçekleştirdiğimiz iyileştirmeler, sosyoloji biliminin de önünü açacaktır. Yıllar önce üniversitede genç bir araştırmacı iken kooperatifçilik konusunda yaptığım bir araştırmanın anket formundaki "sizinle aynı partiden olmayan kişilerle aynı kooperatife üye olur musunuz?" tarzındaki masum bir sorunun sorulmasına izin verilmediğini yaşayan biriyim. Bu yüzden uçaklar dolusu siyasetçi ve işadamı ile Avrupa'ya tanıtım çıkarmalarını anlamlı bulmakla beraber Avrupalıya kendimizi bilimsel olarak tanıtma imkanlarını da bulmamız gerektiğine inanıyorum. 1970'lerde Almanya'da "Kürt Enstitüleri" vardı. O zamanlar gülüp geçmiştim, ama şimdi sosyolojinin önemini daha iyi kavradım.