Biz kırklı yılların çocukları fakirlikle büyüdük. Hatırlarım bir kalemtıraşım olsun nasıl isterdim. Yirmibeş kuruştu. Ama kemik saplı Bursa çakısıyla kalem açardım. Aslında kalemtıraş çok uç kırardı, kalemi israf ederdi, ama kalemtıraş bir statü sembolüydü. Herkesin yamalı giymesi gayet normaldi. Pantolonlar önce ters yüz edilir. Daha sonra "Süvarilik" denilen ve oturulan yerleri kaplayan bir koca yama yapılırdı. O günlerde en lüks araç bir gazocağı idi. Odun ateşi lüksünden bizi kurtaran muhteşem araç. Memesi tıkanırdı, ucunda, ince bir çelik tel tutturulmuş bir aletle memenin deliği açılır. Bir yandan da habire pompalanırdı. Gazocağı alındığı gün ne sevinmiştik. Nadiren patlayıp insanların elini yüzünü yaktığı olurdu. Ama katlanılırdı. Sonraları ellili yılların ortalarından itibaren biraz biraz kendimize geldiğimizi hatırlıyorum. Ama yine de sloganlar değişmezdi "Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı..." Bu slogan adeta ekonomik hayatımızın prangası oldu yıllarca. Gümrük ve koruma duvarlarıyla yetişen şirketlerin dışa açılma diye bir dertleri yoktu. İthalatı eline geçiren İstanbul asırlar boyu sürdürdüğü dükalığını daha uzun yıllar sürdürmüş, dışarıdan gelen kaliteli malları önceleri belli bir elit tabakaya aktararak, sonraları satın alma gücü artan Anadolu'ya yayarak gününü gün, gecesini gece etmişti. Yabancı menşeli malları tanıyan, ancak satın alma imkânını bırakın; hayaline bile sahip olamayan insanımız, yerli firmaların hiçbir kalite kaygısı taşımadan ürettiği kırık dökük alet edevata yıllar boyu milyar dolarlar ödedi. Bu durum seksenli yıllara kadar böyle devam etti. Seksenli yılların başında ne olduysa oldu, millet uyanmaya, sorgulamaya başladı olan biteni. Şimdi o günleri analiz etmeye çalışıyorum. Belki de en önemli etkenlerden biri altmışlı yıllardan beri Avrupa'ya ve özellikle Almanya'ya gönderdiğimiz vatandaşlarımızdan dinlediklerimizin ve gördüklerimizin taşı yerinden oynatmasıydı. Diğer bir faktör de, bütün dünyada "sistem bütünlüğü içinde düşünme" diye özetleyebileceğimiz yepyeni bir düşünce tarzının yayılmaya başlaması oldu. Tam da burada batılıların "şans" bizim kültürün 'ihsan-ı ilahi' dediği bir şey oldu. Yıllardır batı dünyasındaki bu gelişmeleri okuyan ve yaşayan bir lider ekonominin dümenine geçti. O zamanlar bendeniz İzmir Fuar Müdürü idim ve İzmir Fuarı yine milletlerarası ekonomi ve buna dayalı siyasetin 'Show alanı' idi. Yabancı ülke standlarının gerek dekoru gerekse içinde sergilenen malları insanımızın ilgisini çekmeye devam ediyordu. İşte görev yaptığım beş yılın sonunda pozitif enerji yayan samimi bir liderin bir ülkeyi nereden nereye götürebileceğini çok yakından takip ettim. Demem o ki... O günlerde o samimi "adam"la uğraşanlar, demediğini koymayan yapmadığını bırakmayanlar şimdi de bir başka samimi "adam"la uğraşıyorlar. Ama şimdi eskisi gibi "tek tüfek" olmadıkları için etkileri daha az oluyor. Demem o ki, o zaman millet olarak, iktidar ve muhalefet, asker ve sivil, talebe ve hoca olarak o samimi insana ve şuurlu bir şekilde "dört eğilim"den seçtiği kadrosuna destek verseydik, kötü mü olurdu? Şimdi yine aynı imkân sunulmuş bulunuyor. Bakalım bu defa nasıl davranacağız. Sonuçlarını bugünün gençleri görür ve yazarlar ilerde.