Avrupa'da asırlar boyu süren bilim cephesi ve kilise kavgası, yüzyıl önce belli bir prensibe bağlanmış. Taraflar birbirlerinin üzerine fazla gitmemek üzere anlaşmışlar. Bu işin detaylarını sevgili Ömer Öztürkmen'in son yıllarda yazdıklarını ve söylediklerini takip edenler derinlemesine anlamış olmalılar. Sonuç olarak bu konsensüs (anlaşma zemini) üzerine Avrupa Birliği şekillenmiş oluyor. İnsanların düşünce, inanç ve bu inancın gerekli kıldığı yaşayış tarzına saygı temeline dayanan "Yeni Avrupa Kültürü" Avrupa insanının kalıplardan ve kavgalardan uzak bir şekilde kalkınma yolunda ilerlemesini sağlamış. Bu yeni kültürün her seviyedeki insan tarafından benimsendiğine bir örnek... 1974 Ekimi'nde, Almanya'nın Giessen Justus Liebip Üniversitesi, Kooperatifçilik Enstitüsü'nde doktora çalışmalarına başladım. Enstitüde ilk günlerim yine böyle bir ramazan ayına rastladı. Tarihî bir binada bulunan Enstitü personeliyle tanıştırılıyorum. "Benim bir takıntım var!" Bay Publitz, o zamanlar 50-55 yaşlarında kibar tonton bir Prusyalı. Enstitünün fotoğraf, slayt, grafik, kart, baskı her türlü işlerini yapan bir teknisyen. Odasının bir tarafında karanlık odayı gösteriyor. Kocaman bir lavabosu, paspas imkanı olan bir ıslak mekan. Bay Publitz'e takılıyorum: "Benim bir takıntım var, bazan günde birkaç kere ayaklarımı yıkamam gerekiyor, sizin bu lavaboyu kullanmam mümkün mü?" Yıllardır kibarcası, "Üçüncü dünya" ülkelerinden gelen birçok doktora öğrencisini misafir eden enstitünün emektarı gülümsüyor ve "Yarın sizin için odamın bir anahtarını yaptırırım, istediğiniz zaman benim karanlık odayı kullanırsınız" diyor. Ayak havlusu!.. İki hafta sonra, bir cuma öğleden sonrası enstitünün temizlik elemanı Bayan Achdelik odama geliyor. Her cuma öğle sonu el havluları yenileniyor. "Bay İzmirli" diyor yüzünde samimi bir tebessümle "Herkese bir ama size bundan sonra iki havlu." Ben şaşırıyorum "Neden?" diyorum. "Benim yüzüm çok mu büyük?" "Hayır" diyor. Bayan Achdelik "Ben Bay Publitz'ten duydum. Ara sıra onun karanlık odasına girip ayaklarınızı yıkıyormuşsunuz. Bu her halde sizin dininizle alakalı bir rituelmiş. Beni o yanı fazla ilgilendirmiyor. Ama ayaklarınızı yıkadıktan sonra kurulamadan çoraplarınızı giyiyormuşsunuz. Almanya'nın havası Türkiye'ye göre daha serttir. Siz bu soğuğa alışkın değilsiniz. İkinci havlu ayaklarınızı kurulamanız için. Yoksa hasta olursunuz. Haydi kolay gelsin" deyip gidiyor. Ümidimi kaybetmedim... İnsan gurbette daha bir yufka yürekli mi oluyor ne!.. Gözlerimden yaşlar süzülüyor ve o anda elimde olmadan şöyle düşünüyorum: "İşte Avrupalı olmak bu herhalde, ne zaman benim ülkemin insanları da burnu biradan mosmor olmuş bu temizlikçi Alman hanımın tolerans ve anlayışına sahip olur?" O enstitüde 3 yıl boyunca Avrupalı olmanın tadına vardım. Bu tat hâlâ damağımda duruyor ve bir gün Avrupa Birliği'ne üye oluruz, bu lezzeti ülkemin bütün insanları da tadarlar ümidimi 30 yıldır taşıyorum.