Utanarak yazıyorum!

A -
A +

Sabahın 7'sinde, genç, yaşlı arkadaşlardan oluşan gazete personeliyle, uykulu gözlerle doluştuğumuz otobüs batı'ya doğru yol aldıkça ve de Kaptan Şoförümüz Cemal Bey'in mehter marşı ağırlıklı yayınının temposu arttıkça, bir de Rahmetli Yahya Kemal Beyatlı'nın "Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik" mısralarını mırıldanmaya başlayınca, Kırkpınar'ın havasına giriverdik hemen. Kırkpınar havasını bile geçip, Tuna, Viyana, Kore havalarına girdiğimiz anlar da oldu. Rahmetli Özal'ın o zamanlar hangi akla hizmet etmek için yaptırdığını düşündüğümüz dünya standartlarının üstündeki otoyoldan hızla geçerek kendimizi, Edirne'de ve de Edirne'nin sembolü olduğu kadar Osmanlı Sanatı'nın zirvelerinden olan Selimiye'nin önünde ve içinde bulduk. Koca bir dev taş yığını bu kadar zarif bir şekle konulabilirdi. Bunu da koca bir mimar, Mimar Koca Sinan rahmetli yapabilirdi. Yapmıştı da... Buraya kadar utanmamı gerektiren bir durum yok. Osmanlı'ya bir asırdan fazla başşehirlik yapmış, serhat şehri Edirnemiz ve onun gerçekten yiğit ve pırıltılı insanlarıyla önceden de çok defa tanışma şerefine nail olmuştum. İlk utanma hissi; Selimiye'nin avlusunda "Pehlivan, pehlivan, işte meydaaaan, işte pehlivan..." kükremesi kulaklarımızda çınlayınca, dağarcığına bu kadar Osmanlı kültür hazinesini nasıl yerleştirdiğine akıl erdiremediğim Sevgili İsmail Yağcı'ya "Abicim, cazgırın sesi geliyor, güreşler yakın bir yerde mi yapılıyor?" sorusunu sorduğumda uyandı. İsmail bey, eliyle Edirne Sarayı'ndan ayakta kalan tek bir kuleyi göstererek, "Kanuni Sultan Süleyman Han'ın kanunlarını hazırladığı şu kulenin bulunduğu yere Sarayiçi denir. Güreşler şimdi bu altında sarayın kalıntıları bulunan alanda yapılıyor." dedi. Pehlivan tefrikası gibi uzatmayayım. Sayın M. Sait Yavuz Bey'in davetlisi olarak "Ağa kapısından" güreş mahalline dahil olduk. Kendisine teşekkür ederiz. Yaşlı dede ve ninelerden, kundaklık bebeklere kadar uzanan seyirci kitlesini fark edince yine utandım. Yiğidin gerçekten harman olduğu Kırkpınar er meydanında, "Bir yiğit de ben olaydım" diye hiç içimden geçirmediğim için ayrıca utandım. Bu güzel ananeyi milletlerarası bir spor dalı haline getiremeyişimize, Sarayiçi'ne kocaman bir stadyum yapmak için uğraşmayışımıza, dünyanın her yanından bu güzel yiğitlik şölenini aktarmaya çalışan yabancı basın mensuplarının gayretine ulaşamayışımıza... Daha bir çok şeye utandım. Mesela, erler meydanı "Sarayiçi'nin" güreşlerden sonra sarhoşlar yatağı olduğundan şikayet eden; Edirne'nin tarihi deva-i misk helvası geleneğini amatör ruhla yaşatan Hüsamettin Bey'e ne diyeceğimi bilemediğimden utandım. Ancak en çok buraya ilk defa geliyor olmama, ve de er meydanına gerçekten "meydan eri" olarak çıkan ve her halleriyle gerçek bir yiğit olduklarını herkese ispat eden minicik yiğitlerin güreşlerini seyrettikçe, gençlerimizi bu güzel kültürden uzaklaştırıp, televole kültürüne ellerimizle teslim ediyor olmamızdan utandım. O andan itibaren gözyaşlarıma hakim olamadım. Hâlâ boğazıma birşeyler düğümleniyor inanın. Bu güzelliği 641 yıldır yaşatan herkese gönülden teşekkürler. Haa.. bir de dünürüm Sevgili Ahmet Çağlar utandırdı, onu bu güzelliklerden mahrum ettim diye.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.