"Türkiye'de iki yüz elli bin şirket var. Bunların iki yüz otuz bininin son yıllardaki hızlı değişimi algılama ve buna göre yönetim tarzlarını sorgulama diye bir dertleri yok. Geri kalan yirmi binin yarısı böyle bir şeyin farkına varmış ama harekete geçmiş değil, diğer yarısı verimlilik, yönetimde etkinlik, konusunda bir şeyler yapma gayreti ve telaşı içinde..." Bu sözler gerçek anlamda Anadolu'nun bağrından çıkmış, çekirdekten yetişme, şu anda altı bine yakın çalışanı olan bir şirketin yönetim kurulu başkanına ait. Bu tesbiti şöyle yorumlamak mümkün: Türkiye'de şirketler genel olarak global rekabete hazır değiller. Çünkü dünyayla yarışmak için bir yandan katma değeri yüksek ürünlere yönelip kâr marjlarını yükseltmek, diğer yandan en kaliteli mal ve hizmeti en az maliyetle üretip, tüketiciye en ucuz fiyatla sunmak gerekiyor. Zira globalleşme şirketleri ne kadar zora sokuyorsa, tüketicileri de o derecede şımartıyor. Çünkü insanların seçme imkânları eskiye oranla kıyaslanamayacak kadar arttı... Bu söylenenlerin anlamını; bizim kuşak gibi, ayda yılda bir koli ayakkabı gelen ve hemen kapışılan Sümerbank Mağazalarından alışveriş yapanlar daha iyi bilirler. Bir defasında ilk defa tabanı güya kauçuk daha doğrusu plastik olan bir ayakkabı almıştım, on beş gün sonra ayakkabının tabanı ikiye bölünmüştü. Mağaza müdürüne derdimi anlatmaya gidip de "Bizim yapacağımız bir şey yok" cevabını aldığımda kalbin bayağı burkulmuştu. Şimdi hakları kanunla korunan tüketici daha doğru deyimiyle müşterilerin bu anlatılanlara gülüp geçtiklerini görüyorum. Müşteriler gülüp geçebilirler ama üreticilerin artık bu tür olaylara gülüp geçme lüksleri yok. Çünkü şu anda dünyanın neresinde üretilirse üretilsin her türlü ayakkabıyı satın alma imkânı var insanların. O zaman işin şakası yok. Şirketlerimiz yine yukarıda söz ettiğimiz iş adamımızın sözlerine kulak vermeliler: "Şirketler marka olmayı hedeflemeliler ve de bunun bedelini ödemeye de hazır olmalılar. Biz şu anda maliyetimizin altında fiyatlarla ihracat yapıyoruz. Buna mecburuz. Çünkü sabredemeyip fasonculuğa döndüğümüz anda bunca yılın birikimini kaybedeceğimizi biliyoruz. Fasonculukla global şirket olmak mümkün değil. İşte bu ağır yüke tahammül edebilmek için yönetimde klasik metodları yıllar önce terk ettik. Bizim bütün şirketlerimiz ve bu şirketlerin alt bölümleri bağımsız olarak çalışırlar. Yani şirketimizin temel yönetim anlayışı her şirket ve bölümün bir 'kâr merkezi' olarak çalışmasıdır. Mesela bizim ambalaj üretim tesisimiz var. Ancak diğer şirketlerimizden hiçbiri ambalaj malzemesini bu şirketten almak zorunda değildir. İstediği yerden alır. Aynı şekilde ambalaj fabrikamız da malum istediğine satar. Böyle olunca yıl sonunda şirketlerin performanslarını gerçekçi bir şekilde ölçme imkânı doğar. Her birimin sorumlusu tutturamadığı bütçesinin hesabını kendisi verir. Başarıları onlara kârdan pay getirir. Başarısızlığın getirdiklerine de katlanırlar. Bütün şirket yöneticilerimiz bu sorumlulukları yerine getirecek yetkilerle de donatılmışlardır..." "Göz boyamacılık!" Yılardır yönetim kitaplarında, seminerlerde sohbetlerde sözü edilen "kâr merkezi tabanlı yönetim tarzı"nın bütün yönleriyle uygulandığı bir örneği dinlemek beni bayağı heyecanlandırdı. Geri kalan iki yüz bin küsur şirketin de bu anlayışla yönetildiğini düşünün. O zaman "yirmi yıl sonra beş yüz milyar dolar ihracat, yirmi beş bin dolar kişi başına milli gelir" gibi bir vizyonumuz olabilir. Şirketlerin bugünkü yönetim anlayışıyla devam etmeleri halinde bu "vizyon" değil, Rahmi Koç beyin bir ara isabetle belirttiği gibi "illüzyon" olur. Onun da Türkçesi "göz boyamacılık"tır. Yıllarca popülist politikacıların en iyi becerdikleri bu değil miydi?