Şimdi Irak savaşının, egemen güçlerin (her kimlerse) Ortadoğu petrollerini ele geçirme, Çin'e karşı şimdiden cephe oluşturma, İsrail'in güvenliğini sağlama, dünya hakimiyeti vesaire emellerini gerçekleştirmek üzere çıkarıldığını bir tarafa bırakalım. Kendimizi Başkan Bush'un yerine koyalım. Başkan çok iyi niyetlerle(!) Irak halkını zalim bir diktatörün elinden kurtarmaya niyet etmiş olsun. Irak'a demokratik bir yönetim hediye ederek, ülkenin muazzam petrol servetinin Irak halkının refahı için kullanılmasını sağlamaya çalışıyor olsun... Peki, ne yapacak? O zaman ne yapacak; ya çok uzun vadeli istihbarat çalışmalarıyla Saddam rejimini ortadan kaldırmaya çalışacak -bu pek mümkün değil- çünkü Saddam'ı bu konuda kendisi yetiştirmiş ve Saddam dünyanın en acımasız ve güçlü istihbarat sistemlerinden birini kurmuş. Üstelik çok zekice bir manevrayla Milliyetçi Sosyalist Baas söylemlerinden, İslamî söylemlere geçerek, hatta Birinci Körfez Savaşı'ndan sonra Irak bayrağına İslami motifler ekleyerek çoğunluğu teşkil eden Müslümanları biraz da olsa kendine bağlamıştır. Ya da Vietnam'da, Afganistan'da, Güney Amerika muz cumhuriyetlerinde yaptığı gibi klasik savaş yöntemleriyle saldırıp Saddam'ı devirecek... Uygulama imkânı yok İyi güzel. Bunun için de iki yol var. Birincisi Saddam'ın elinde kitle imha silahları hatta nükleer silahlar olduğunu ispatlayıp, Birleşmiş Milletler'i ve dolayısıyla kerhen de olsa dünya kamuoyunu arkasına alıp, çok büyük bir hava bombardımanının arkasından Irak'a girmek. Çok fazla sivilin zarar göreceği böyle bir savaş tarzını Birleşmiş Milletler'den istediği yüzü bulamayınca uygulama imkânı yok. O zaman kuzey ve güneyden kara harekatıyla ve sınırlı hedefleri havadan vurarak ilerleyip, Bağdat'ı ele geçirmek şeklindeki ikinci alternatif kalıyor. Bu konuda da Türkiye'nin, kendisi için ne sonuçlar doğuracağını tam kestirdiği şüpheli olan, kuzeyden asker girişine izin vermeme şeklinde hiç beklemediği bir davranışı benimsemesi, harekatın sadece güneyden yürütülmesini zorunlu kılıyor. Bütün iş, piyadelerde... Burada da bütün iş piyadenin namlusuna bağlı kalıyor. O zaman asırlar boyu gerektiğinde birkaç hurma bir avuç su ile yaşamaya alışmış bir milletin ordusunun karşısına, sırtında -on kilosunu ter olarak atmak üzere- yirmi kilo su, bir kilo çikolata, yarım kilo ketçap, beş kilo kurutulmuş ve konserve et balık bir o kadar kola-meşrubat vesaire yüklenmiş, harekat kabiliyeti ve çöl şartlarına dayanma gücü daha az olan birliklerle çıkmak zorunda kalıyor Başkan Bush. Ve elini kolunu sallaya sallaya Basralı Şiileri de yanına alarak Bağdat'ı almak hayali çöldeki serapta kayboluyor. Çünkü Amerikan askerinin çikolatası eksik olduğu zaman savaş gücünün düştüğünü, 1950'de Kore'de Kunuri muharebelerinde, canını dişine takarak binlerce Amerikan askerini kurtaran yarma harekâtında yer almış bir avuç Mehmetçik'ten biri olan dayım 'Koreli Ali'den çok dinlemişimdir. Savaş o zaman benim de anamı çok ağlatmıştı. İki ateş arasında... Şimdi korkum şu: Saddam, tahtını korumak için her yolu deneyip direnişini halkının topyekun katledilmesi pahasına sürdürmeye devam ederse, adına koalisyon denilen ordu daha bir acımasızca sivil asker hedef gözetmeksizin yüklenecek. O zaman gelecek nesillere izahı mümkün olmayan bir soykırım olayı daha tarih sayfalarında yer alacak. Allah, iki ateş arasında kalan Irak milletine acısın.