Şöyle bir düşünelim! Akşam yorgun argın eve gelmişiz, yemeğimizi yemişiz, çayımızı yudumlamışız, şöyle tam kestirmek üzereyken hanım gelip 'Kalk! Hadi yerine yat!' diye aniden ve de biraz sarsarak seslense ne olur? Ne olacak? Bütün savunma gücümüzü harekete geçirerek gardımızı alır ve bu yukarıdan gelen değişim emrine elimizden gelen bütün manevralarla karşı koymaya çalışırız... Peki, aynı pozisyonda hanım usulca gelip tatlı bir sesle 'Hadi canım bak burada rahatsız bir şekilde yatıyorsun, yine yarın boyun ağrısından kıvranacaksın, eğer önemli bir işin yoksa erken yat, böylece yarın daha dinç kalkar daha verimli olursun, ama yine de sen bilirsin, burada yatmak hoşuna gidiyorsa biraz daha şekerle, sonra yatacığına geçersin!' dese! Ne yaparsınız? Bu değişim talebine yine bütün gücünüzle karşı çıkar mısınız? Yoksa biraz gerinip uslu uslu yatağın yolunu mu tutarsınız? Bu, hayatımız boyunca yaşadığımız senaryo 'değişim yönetimi' denilen sürecin ana problemidir. Şirketlerde -hadi buna toplumları da katalım- değişim sürecini yönetmeye çalışırken yapılan en büyük hata 'Yukarıdan, tepeden inmeci yaklaşımın' benimsenmesidir. İnsanoğlu yaradılış itibariyle 'rahatına düşkün'dür. Eğer bir de bulunduğu ortamda 'konfor alanları' oluşmuşsa bunları kolay terk etmek istemez. Refleks olarak direnir. Onu değiştirmeye çalıştığınız zaman bunu bir 'tehdit' olarak algılar. Ama onu kendiliğinden değişmeye ikna ederseniz değişimi 'fırsat' olarak görür. Ustalık insanları değişimin gerekliliğine inandırmaktadır. Bu ise sabır, hoşgörü, bilgi, sevgi, güven ve daha birçok özelliği bir arada taşıyan değişim öncüleri ile mümkün olmaktadır. Askerlikte başarının belki de en önemli unsurlarından olan 'emre şartsız itaat' burada pek başarılı olamamaktadır. Bilmem son günlerde olan bitene 'yönetim penceresinden bakınca gördüklerim'le size de bir ipucu verebildim mi?