Bazen köşeler arasında başlatılan; öz eleştiri kapsamında toplumumuzu ve kendimizi sorgulamaya fırsat tanıyan düzeyli ve samimi tartışmalar dikkatimi çekiyor, elimden geldikçe takip etmeye çalışıyorum. Bu defa takiple yetinmeyeceğim, bendeniz de katılacağım. Efendim, önce konu nedir ona bakalım. Geçtiğimiz cumartesi günü, Akşam gazetesinde, Serdar Turgut'un yazısından öğrendiğime göre; Prof. Nur Vergin, Vatan gazetesinde kendisiyle yapılan bir mülakatta, geçmişte dindar olmaya çalışan insanlar üzerinde Türkiye'de baskı olduğu anlamına gelen bir tespitte bulunmuş. Buna karşılık Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesinde Vergin'in bu analizinin laik hayat tarzını benimsemiş insanları töhmet altına aldığını belirten bir yazı yazmış. Radikal'de Nuray Mert de fikirlerini açıkladıktan sonra bu konuda kişisel hikâyelerin anlatılmasını istemiş. Tartışmaya katılan Serdar Turgut da Vergin'i haklı çıkartan kişisel hikâyesini anlatmış. Bendeniz de Nur Vergin'in tespitine katılıyorum. Hikâyeme geçmeden önce sağlıklı bir demokrasinin gelişememesini, hangi kesimden olursa olsun, Türkiye'de insanların birbirlerine örtülü veya örtüsüz baskı kurma eğiliminden kaynaklandığını ve ilkokulda çeşitli vesilelerle başlayan ötekileştirme alışkanlığının hayat boyu devam ettiğini düşünüyorum. Gelelim din konusunda baskının söz konusu olduğunu tasdik eden hikâyeme... Üç dört yıl kadar önce, bir avukat arkadaşımla sohbet ederken kendisine Ahmet Yesevi'den seher vakitlerinde dua etmenin insana ne kadar huzur verdiğini anlatan bir dörtlük okumuş, ben de tan yeri ağarmaya başladığı saatlerde uyandığımda dua etme ihtiyacı duyduğumu anlatmıştım. Arkadaşım hayret ve nerdeyse kınama içeren bir tavırla: "Sen, herhalde çok yalnızlık duyuyor olmalısın!" diye sitem etti. Onun bu çıkışına da ben şaşırdım. Dua etmenin yalnızlık duygusundan ziyade gönül ihtiyacından kaynaklandığını söyledim. Bunun ardından arkadaşım inancımı zedeleyen bir sürü laf etti. Öylesine kırıldım ki, bir daha onu aramadım, o da beni aramadı. Nerdeyse yirmi beş yıllık arkadaşlık böylece sona erdi. Bir başka hikâye de rahmetli ablam Kadriye ile ilgili. Bir ramazan günü arabamızla Boğazda bir restorana iftara gidiyorduk. Yolda ablamın kendisi gibi diş hekimi olan bir arkadaşına rastladık, arabaya aldık. Sohbet sırasında arkadaşı, ablamın oruç tuttuğunu öğrenince bozuldu, din üzerine attı tuttu. Onu, istediği yere bıraktığımızda ablam, rahat bir nefes aldı. "Ne kadar saygısız insanmış" dedi, "Oruç tutuyorum diye nerdeyse tokatlamadığı kaldı." Bu konuda anlatılacak daha çok hikâyeler, yapılacak gerçekçi tespitler var ama bu kadarı yeterdir sanıyorum... Garajistanbul'da aşure ikramlı tiyatro Hicri yıl takvimine göre muharrem ayının 1-16 (Miladi yıl takvimine göre Ocak 9-24) arası, Sokak Tiyatrosu, Garajistanbul'da, yapımcıları arasında İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının da bulunduğu, "Ashura" adlı ilgi çekici ve düşündürücü gösterisini sahneliyor. Oyun, üç semavi dine ait şarkıların metnini oluşturduğu, zorunlu göç, kimlik, aidiyet, dil, dinsizlik gibi kavramları sorguluyor. Göçler sırasında çekilen sıkıntıları, ayrılık acılarını 12 dilde söylenen 25 şarkıyla dile getiriyor. Amaç, anayasa tartışmalarının yapıldığı dönemde kültürel çeşitliliğin yeni anayasada yer alması, yeniden düşünme ortamı oluşturmak. 2007 Kasımında Teatri Di Vita tarafından İtalya'nın Bologna kentinde düzenlenen Cour di Turchia Festivali kapsamında sahnelenen Ashura, festival süresince seyircilerin yaptığı oylama sonucunda "2007 En İyi Prodüksiyon" ödülüne layık bulunmuş.