Bir söz, bir cümle kafanızda bazen sorunlarınıza yönelik bir düşünce süreci başlatabilir. Ben de yazma çilesi çektiğim bir dönemde sarsıcı bir cümle ile karşılaştım. Prof. Joshua Lederberg'e ait bir cümleydi bu ve insanın biyolojik tarifini içeriyordu. Şöyle diyordu Lederberg: "Artık insanı tanımlayabiliriz; en azından Jenotip olarak, karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor atomlarının belirli bir molekül dizisinin oluşturduğu bir metre seksen santimlik bir kitledir." Tanımlama, bir objeyi veya konuyu kavrayabilmemiz için ilk ve önemli bir adımdır. Bu açıdan yaklaştığımızda böylesi bir tanımlama bize insan gerçeğini anlamamız bakımından yeterli midir? Elbette, değildir. Hele hele insan için "Âdem manaya derler/Kaş ile suret değil", "Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen/" (Kendini iyi tanı, sen âlemin özüsün; varlıkların göz bebeği olan insansın) diye tanımlar getiren bir kültürden geliyorsanız büsbütün yadırgıyorsunuz. Lederberg'in tanımlamasında yakaladığımız ilk şey, insan gerçeği değil, bir organizma... İnsan, bunun ötesinde sonsuz bir oluşum... Söz gelimi; var oluşunun kanıtı sayılan bir düşünce boyutu var. Bunu "Düşünüyorum, o halde varım" şeklinde formüle etmiş. Bir derinlik boyutu var; "Bir ben vardır, bende benden içeri" dizesiyle anlamlı ifadesini bulmuş. Bir zamanla ilişki boyutu var; "Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında" diyerek ipuçları sunmuş... Bir sınırsızlık boyutu var; "Onsekiz bin âlem dürülmüş bükülmüş, insanın içine yerleştirilmiştir" diye bellemiş... Hasılı; insan aslında öylesine karmaşık bir oluşum ki, kolay kolay tariflere ve kalıplara sığmıyor. Sanatın bütün kolları gibi edebiyat da yüz yıllardır insanı tanımlamaya, anlatmaya ve anlamaya çalışıyor. Ama bu muhteşem varlığı iki kere iki, eşittir dört kesinliğiyle tanımlayabiliyor muyuz? Hayır! Ama yine de insanı anlayabilmemiz için en vazgeçilmez vasıta edebiyattır. Bu bakımdan Jonathan Culler'ın "Yaşam, neden-sonuç ilişkisi üzerinde temellenmiş bilimsel bir mantığı değil, öykünün mantığını izler" sözü kanaatimce dikkate değer. Dolayısıyla, insan gerçeği kalıplara sığmıyor, matematik kesinliğiyle ifade edilemiyor. Şimdilerde, nerdeyse "bilgisayar"ın obje, insanın nesne olarak algılandığı bu bilgi çağında insana bakış, onu, kullanım dışı kalmamak için sürekli yenilenmek ve yeni programlarla donanmak zorunda kalan bir bilgisayar gibi görmek yönünde... Dijital hayat kendisiyle uyum sağlayabilecek insan tanımını oluşturmuş bile: "Bu, daha önce benzeri görülmemiş, fiziksel, maddesel, entelektüel ve psikolojik kapasiteye sahip; kendi kendini düzenleyen, oluşturan, potansiyel olarak sınırsız birey..." Bir başka açıdan yaklaşacak olursak, bu tanımı şöyle de yapmak mümkün: "Hızın ve uyumun belirleyici olduğu dijital hayatta verimliliği düşürdüğü varsayılan (geçen yüzyıla ait) insan'ı insan yapan değerlerden, ruhsal maceralardan, düşünce çilesinden soyutlanmış siber organizma..." Ürkütücü ama gelecekte insan için çalan tehlike çanlarını duyuran düşündürücü bir yaklaşım değil mi? Ne dersiniz?