Karın, tipi şeklinde ince ince savrularak yağdığı bir kış sabahı... Çalışma odamda yazacağım yazının konusunu düşünerek gezinirken kanepeye oturup pencereden, evimizin pek yakınında bulunan koca çamı seyre daldım. Bir ömür boyu nerdeyse her günümü birlikte geçirdiğim güzeller güzeli ablam Kadriye'siz geçirmekte olduğum ilk kış bu... Hüzünlü ve kasvetli... Onun sağlığında, böyle karlı havalarda (şimdi oturduğum) kanepeye birlikte oturur; çayımızı veya kahvemizi yudumlarken çamı da aramıza alıp sohbetler ederdik. Son zamanlarda da birlikte yazmakta olduğumuz bir tiyatro eserinin kurgusunu yapardık. Çam, âdeta bizim arkadaşımız, dostumuz ve ilham kaynağımızdı. Yalnız olduğumuz zamanlarda da sesli veya sessiz onunla konuşurduk. Ablam bu çamla ilgili iki küçük hikâye bile yazmıştı. İşte şimdi ben, ablamsız çamla karşı karşıyayım. Tarifsiz bir keder ve dolup taşan bir özlemle gözlerimden yaşlar süzülüyor. Anasını kaybedip de her yere sokularak, koklayarak onu arayan bir zayıf kedi yavrusu gibi hissediyorum kendimi... Bir yandan Ahmet Kutsi Tecer'in o çok derin anlamlar yüklü "Nerdesin?" şiirinin mısraları dolanıyor zihnimde. İçim, ürpertilerle dolu olarak "Nerdesin?" diye haykıracağım sırada içimden bana mı yoksa, ablama mı ait olduğunu anlayamadığım bir ses: "Bak, bak çama bak!" diyor. Çama, nerdeyse üçüncü gözümü ve gönlümü açarak bakıyorum. Pencere hizasına denk gelen iri bir dal rüzgârın itişleriyle bana doğru hamleler yapıyor. Nerdeyse cama dayanıp içeri girecek... Altındaki, üstündeki dallar da "Haydi!.. haydi!" diyerek onu teşvik ediyorlar sanki. Aramızda bir kanal açılıyor. Ve ben onun konuşmalarını o kanal yoluyla işitiyorum: "O, ayrılığıyla kederlere düştüğün, Kadir Gecesinin nurunu özünde taşıyan ablan Kadriye, benim de dostumdu. Yaz geceleri aramızdaki küçük balkona oturup da benimle sohbete başladığında ne sırlarını açardı bana... Biz çamları boşuna dervişe benzetmemişler. İki âleme de açığız biz. Dün geceki ayazda sevgili dostumu düşünürken bir anda olağanüstü bir ışık sardı gövdemi. Nerden geldiğini anlayamadığım bir ses, sevgili çam dedi, kız kardeşime söyle, benim için gözyaşı dökmesin. Ben, olağanüstü güzellikler içindeyim. Onun Beykoz sırtlarındaki Basın Ormanında kendi adına dikilmiş bir çamı vardı. Ona Ufuk adını vermiş, zaman zaman gazeteye onun için yazılar da yazmıştı. Ondan aldığım ilhamla ben de sana Umut adını veriyorum. Ona umut ver. Eminim seni seyrettikçe beni hatırlayıp kederlenecek. Kederlenmesin. Ben, yaşıyorum. Ve onunla beraberim! Bunu hissetsin!.." Ben şaşkınlıkla kalakalırken taba renkli, kanatlarında siyah-mavi çizgiler, ağzında iri bir lokma olan iri bir kuş gelip çamın dallarından birine kondu. Lokmasını yemeye başladı. Çamın sesi kesildi. Ben de şaşkınlık anı geçtikten sonra gözyaşlarımı silip aklımdan geçen bütün yazı konularını bir yana bırakarak bunları yazmaya koyuldum. Şimdi belki inanmayacak, çam konuşur mu diyeceksiniz. Aslında canlı olan her şey kendi lisanınca konuşur. Bu, tabiatın gizli lisanıdır ki, onu ancak gönül kulağınız açıksa duyabilirsiniz.