Kabataş-Çapa hattı

A -
A +

İstanbul'un trafiği artık herkesin korkulu rüyası oldu. Bir semtten bir semte gitmek şehirler arası gidişten de zor. Son zamanlarda Çapa Hastanesine giderken en rahat ulaşım biçimi olduğu için Kabataş'dan kalkan tramvaya bindim. Yol boyunca derin düşünceler içinde etrafıma bakınırken tarihi eserlerin ne kadar bakımsız bırakıldığını fark ettim. Gerçi bazı camilerde bakım çalışmalarına başlanmıştı ama yıllar süren ihmal, kültür ve tarihi mirasımıza karşı sorumsuzluğumuz içime dokundu. Hele çocukluk ve gençlik yıllarımı yaşadığım Laleli'nin sefil halini, mezun olduğum Edebiyat Fakültesinin köhnemişliğini görmek yüreğimi yaraladı. Gördüklerim, toplum olarak gittikçe çöküşümüzün en bariz göstergeleriydi. 2000 yılında Tarihi Kentler Birliğinin Bursa'da yapılan açılışında Mimarlar Odası Başkanı Oktay Ekinci, Avrupa'daki tarihi kentlerin nasıl korunduğunu gözler önüne seren bir slâyt gösterisi yapmıştı. Sıra bizim şehirlerimize geldiğinde, karşılaştığımız pejmürdelik, rant uğruna kıyım başta katılımcı belediye başkanları olmak üzere toplantıya katılan herkesi allak bullak etmişti. Hiçbir toplum, hiçbir yönetim geçmişine karşı akıl almaz bir cehalet içinde bu kadar sorumsuz ve duyarsız davranmamıştı. Toplumun bütün kayıtsızlığına rağmen haşmetli ve vakur duruşlarını sürdüren tarihi eserlerin yanında sanki onlara soluk aldırmamak için yapılan eciş bücüş yapıların, kültür işgalinin ve kişilik zaafının kahredici belirtisi olan yabancı kelimelerle dolu nispetsiz tabelaların görüntüsü geçtiğimiz yıllarda bir Avrupa Birliği Parlamentosu üyesinin: "Siz bu topraklara layık değilsiniz" sözünü haklı çıkartacak kadar hazin ve düşündürücüydü. Sağa, sola baktıkça rahatsız oluyordunuz. Gittikçe derinleşen bir boşluk hissediyordunuz içinizde. Bir güvensizlik, bir eksiklik... Biçimsiz, adi, pespaye betonların arasında sıkışıp kalmış eski zaman medreselerinin avlularında garipliğin, terkedilmişliğin hüznünü yaşayan mezar taşları gözünüze çarptığında faniliğin, unutulmuşluğun idrakine varıp o güvensizliğin, eksikliğin gerçek sebebini keşfediyordunuz. Bir şehrin ruhunun kayboluşuydu bu... O, ruhla birlikte siz de kayboluyordunuz aslında. Caddelerde koşuşturan, tramvayı her durakta biraz daha dolduran tarihinden, kimliğinden, kültüründen soyutlanmış, ter kokan pejmürde insan yığınlarını seyrederken sanki gurbete düşmüşsünüz gibi duyduğunuz yalnızlık, bu kayboluşu önleyememenizdendi. Bu insan kalabalığına sizi bağlayan hiçbir şey yoktu. Değerli şair dostum Olcay Yazıcı, Sanat Alemi sitesinde yazdığı bir yazıda şehrin bu içler acısı durumunu ne kadar güzel anlatmış: "Ne yazık ki mistik muhtevasından, tarihi derinliğinden koparılarak bencilleştirilen şehirler, ölü şehirlerdir. (Ve o zaman şair, "Çelik bir tabut gibi sıkıyorsun ruhumu/ Ey şehir yıkıl artık, çekil denizlerimden" diye feryat etmeye başlar. Ölü şehrin ırmakları akmaz, kuşları ötmez, onların saatleri güneşe ve sonsuzluğa ayarlı değildir; onların aynaları, eşyanın fizik ötesini göstermez. Ölü şehirlerde insanla şehir arasında ne bir sevgi bağı vardır, ne mensubiyet duygusu... Hamam böceği mermerin üzerinde, mermerin mahiyetinden, kimyasından, molekül yapısından habersiz nasıl dolaşırsa; ruhunu besleyen manevi ikliminden kopuk çağdaş insan da bu maddi şehirlerde öyle yaşamaktadır."

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.