Gelibolu yarımadasında güneşin bütün ışıklarını cömertçe saldığı, durağan tabiatın sessizlik öğüttüğü; bedeninizin bütün hücrelerine rehavetin çöreklendiği tepelerden birine oturup da Çanakkale Boğazını seyrederken bir büyük huzurun varlığını ve sizin de onun bir parçası olduğunuzu hissediyorsunuz. Binlerce şehidi bağrında saklayan bu mübarek, sarışın topraklarda yaşanan trajik olayın etkisiyle tefekküre dalıp o anda yaşanan derin sükûnetin bütün dünyada hüküm sürmesini temenni ediyorsunuz. Hatta, temenniden öteye var olduğunu bile düşünüyorsunuz. Yüreğinizde kabaran sevgi ve şefkat dalgaları içinde ebedi barış, ebedi sükûnet düşlerine bile dalıyorsunuz. Bahçenize diktiğiniz fidanların yeşerdiğini, daha dün yeşil domateslerin kızarmaya başladığını görünce sevinç içinde yeniden diriliş ve bereket zevkini yaşıyorsunuz. Bulunduğunuz yer artık sizin için arzın merkezidir; bu merkezden evrene ruhunuzdan umut sinyalleri gönderiyorsunuz... Ama bu huzur ve mutluluk demleri modern zamanların iletişim araçları; televizyon ve gazetelerin hayatınıza girmesiyle anında bozuluveriyor. Aynanın öteki yüzü dehşetengiz görüntüleri ve haberleriyle ortaya çıkıveriyor. Nerdeyse hemen her gün yüreklerimizi dağlayan şehit cenazeleri, acıyla kavrulan anneler, babalar, eşler, çocuklar, kardeşler... Orta Doğu'da bitmeyen savaş felaketi, ölümler, ölümler... Öte yandan köhne gezegeni tehdit eden küresel ısınma... Batının ülkemiz üzerinde bitmez, tükenmez oyunları... Ayyuka çıkan senaryolar... İç kavgalar, yolsuzluklar, polisiye vakalar... Sancılı, sızılı ve acılı toplum manzaraları, sınır ötesi müdahale tartışmaları... Demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi cilalı sözlerle ortaya çıkan egemen güçlerin dünya arenasında oynadığı sinsi oyunlar, ehlileştirilemeyen kapitalizmin altta kalanın canı çıksın dayatmaları... Öte yandan kaymak tabakanın, iç bade güzel sev takımının eğlence merakı... Sadece acı, esef ve hüzün üreten bir dünya görüntüsü açıkçası... Artık acılar sağmalında sağlıklı, moral verici düşünceler üretemiyorsunuz. Kaleminiz en sert biçimde sizi sürekli bu acıları, öfkeleri ve umutsuzlukları yazmaya zorluyor. Siz, kısa süreli de olsa sükûneti bulduğunuzda kuş cıvıltılarının gönlünüzde yaptığı yankılardan, tomurcuklanan güllerin yaşama hevesinden, inandığınız değerler uğruna yaşama faziletinden, sonsuzluğu içinizde hissetme maceranızdan bahsetmeye hazırlandığınızda, "Boşver " diyor, "Şimdi sırası değil... İsyanları, onca birikiminle kendince tespit ettiğin derin gerçekleri, acıların zeminindeki adaletsizlikleri yaz! Bilip de bilmemezlik havalarına girme!" Can ile canan arasında, zihin ile gönül arasında kıyamet kopuyor yani. İnsanları sıradanlaştırmanın hedeflendiği; sözlerin hükmünü yitirdiği bu ilkel ve karanlık zamanlarda Yunus'un murat ettiği hangi söz, sözün hasıdır; hangi söz savaş keser, şaşırıyorsunuz. Artık acınası bir durum yazarlık. Yazacak çok şeyi olup da yazacak yer bulamayan birçok entelektüele inat, Hürriyet'te kendisine ayrılan o koca sayfada meramını yazamamaktan şikayet eden Ahmet Altan'ın geçtiğimiz pazar günü yayınlanan, bu konuyla ilgili yazısını okurken altını çizdiğim cümlelerde başkaldıranın kalemler mi, yoksa beyinler mi, anlamaya çalışıyorum: "Çok zor bu günlerde yazı yazmak. Kalem çekiç gibi. Kalem, kaba, sert ve küstah. Bıraksam size öyle şeyler anlatacak ki korkacaksınız. Zor günler bu günler. Aklımdan geçenleri bilseniz ödünüz patlardı."