Sanatkârlık kalıplara sığmamaktır

A -
A +

Edebiyat öldü' başlıklı yazım yayınlandıktan sonra edebiyatçı dostlarımdan telefonlar ve okuyucularımdan mesajlar aldım. Kimi benimle aynı kanaati paylaşıyordu. Kimi karşı çıkıyordu. Herkesin fikrine ve görüşüne saygı duyuyorum ama bunlar benim kanaatimi değiştirmiyor. Edebiyat konusunda bu derin umutsuzluğa ne zaman mı kapıldım? Edebiyat, ideolojilerin egemenliğine girdiğinde hastalandı; kıyasıya çarpışmaları sırasında can çekişti. Ortalık durulduğunda; dil yozlaşması arttığında, popülizm herşeye hakim olduğunda bir de baktık ki, sizlere ömür... Esasen tam bir özgürlük eylemi olan sanat, böyledir. Hiçbir baskıya gelmez; hiçbir şablona sığmaz. Daha önce yazdıklarımın tekrarına düşmek istemiyorum. Mesleği edebiyat olan bendeniz, zaman zaman kabaran bir hevesle bilgisayarın başına oturuyorum; tam bir hikâyeye başlayacağım sırada aklıma takılan "Ne için? Kim için? Neye yarar?" gibi bozguncu soruların etkisiyle hevesimi kaybedip bilgisayar başından kalkıyorum. Beynimin verdiği bir kararı gönlüm, sanat aşkıyla bozmağa çalışıp duruyor yine de... Şimdi yine eleştirilere uğrayacağımı biliyorum ama ne yapayım, hal-i pür melalim böyle... Bir edebiyatçı olarak buna nasıl katlanıyorsunuz ve ne yapıyorsunuz diye soruyor bir sevgili okuyucum. İçimdeki muhalifin peşinden gitmeğe çalışmalar, talebin olmadığı teşviksiz ve ilgisiz bir ortamda arzı hükümsüz kıldığı için verimli olmuyor. Bir de "deha"dan nasibini alamamak var tabii ki... Şimdilerde olağanüstü, diriltici bir soluk ihtiyacı içinde, gönlümdeki edebiyat dergahında öz şiirin ve Türkçe'nin iki dehasına; Necip Fazıl Kısakürek'le Nazım Hikmet'e karşılıklı şiirler okutuyorum: Sonsuzluk âleminin cümle hasretlerin bittiği; kavga ve kaygılardan uzak ortamında Nazım: "Dörtnala gelip uzak Asya'dan/ Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim..../ Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak/ ve ipek bir halıya benzeyen toprak,/ bu cehennem, bu cennet bizim.../ Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,/ Yok edin insanın insana kulluğunu!/ Bu davet, bizim./ Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşcesine;/ bu hasret bizim!" mısralarını okurken onu dalgın dalgın dinleyen Necip Fazıl, yaşarken çekmiş olduğu fikir çilelerinden sonra huzura kavuşmanın sükûneti içinde mırıldanıyor: "Ne azap, ne sitem bu yalnızlıktan/ Kime ne, aşılmaz duvar bendedir./ Süslenmiş gemiler geçse açıktan,/ Sanırım gittiği diyar bendedir/ Yaram var, havanlar dövemez merhem;/ Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem./ Ne çıkar bir yola düşmemiş gölgem;/ Yollar ki Allah'a çıkar, bendedir." Ne kadar zorlansalar da dehalar dar kalıplara sığmıyorlar. Zamanın ötesine taşıyorlar, taşıyorlar. Umutsuzluğun kara bulutlarını dağıtıyorlar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.