Fransız şiir Antolojisini karıştırırken, sembolizme öncülük eden şairlerden Maeterlinck'in "Şarkı" isimli şiiri karşıma çıktı: "Bir gün döner gelirse/Ona ne söylemeli?/Dersin ki bekleyerek/ Kapadı gözlerini/ Ya yine o sorarsa/Beni hiç tanımadan/ Belki bir derdi vardır/ Ona kardeşçe davran/ Nerde diye sorarsa/ Ne cevap vereyim ben/ Ver altın yüzüğümü/ Hiçbir şey söylemeden/ Ya derse ki salonda neden yok hiç kimseler?/ Açık kalmış kapıyı/ Sönmüş lambayı göster/ Ya o zaman derse ki/ Nasıl oldu ölümü?/ Belki ağlar korkarım/ Söylersin güldüğümü." Bu şiiri ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Sade bir anlatım çerçevesi içinde, içerdiği hüzünlü aşk hikâyesiyle beni yürekten sarsmış, muhayyilemde fırtınalar estirmişti. Kâinatın aşk üzerine yaratılmışlığının idraki içinde Fuzuli'nin: "Aşiyan-ı mürg-i dil zülf-i perişanındadır/ Nerde olsam ey peri gönlüm senin yanındadır" mısralarıyla sarsıldığım, duyguların yoğunluğunu yaşadığım, gönül hanesinin temellerine sevgi harcını katma gayretleri içinde olduğum demlerdi o demler... Her sevda şiiri, insan olma bilincini uyandırıyor ve Yunus'un; "Dinleyin ey yarenler aşk bir güneşe benzer/ Aşkı olmayan kişi misal-i taşa benzer/ Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter/ Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer" deyişleri gönül yolculuğumun rotasını çiziyordu. Şiirlerin en güzelleri, sözlerin en hasıyla bezediğim; bu uğurda sermaye üzerine sermaye kattığım duygular benim en büyük zenginliğimdi. Bu yüzden para hırsı içinde malına mal katmaya çalışan zenginlere: "Mal sahibi mülk sahibi/ Hani bunun ilk sahibi?/ Mal da yalan mülk de yalan/ Var biraz da sen oyalan" olgunluğu içinde imrenmedim. Böylesi bir birikim ve olgunluktan sonra bugün ehlileştirilememiş bir kapitalizm çarkı içinde insanların nasıl bir tüketim tuzağına düşürüldüğünü, tüketmekle doyuma ulaşamayanların sonunda nasıl kendilerini tükettiğini; manasından, duygularından soyutlanmış insanların düştükleri perişan durumu görmek çok acı... Benim gibi bu acıyı duyan, ideolojilerden yorgun düşüp de dünyanın selameti için kurtuluş yolu aramaya çalışan, adalet, vicdan, barış, kardeşlik ülkülerini tekrar insanlığın gündemine getirmeye çalışan birçok düşünürler ve sanatkârlar var, eminim. Ve şuna inanıyorum ki, ancak sevgi taşlarıyla döşenmiş, vicdan ışığıyla aydınlanmış bir yeni yol insanlığı insan olmanın keyfini sürebileceği mutlu bir dünyaya ulaştırabilir; insana, kaybettiği bütün güzel duyguları ve hasletleri kazandırabilir. Son zamanlarda romantizm diyarından hafif sevgi rüzgârlarının estiğini hisseder gibi oluyorum. Seyrettiğim Duvak, Başkalarının Hayatı, Umudunu Kaybetme, Mavi Gözlü Dev, Âdemin Trenleri gibi filmler de bu inancımı kuvvetlendiriyor. Hele Babıali Kültür Yayıncılıktan bana gönderilen romantik Fransız yazar Alphonse de Lamartine'in Graziella romanını (ki, yıllar önce okumuştum) tekrar şöyle bir karıştırdığımda, sanki gönül bahçemdeki solgun çiçeklere can geldi. Yeni Neron'ların dünyayı ateşe verdiği bir zamanda gönül bahçelerindeki çiçeklerin böyle tazelenişi insana 'diriliş'in müjdesini vermek gibi bir şey... Ve ah kitabın kapağına yazılmış o sözler... Şiddet, öfke ve kibir çamuruna bulanıp da güçlü olduğunu sananlara söyleyebilme lutfu bahşedilmemiş o sözler: "Sana beni seviyor musun diye sormayacağım. Ama ben seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum..." Yaralı yüreklerimize nasıl da iyi geliyor!..