Zaman zaman yaşlı insanların çok ihmal edildiklerini, özellikle büyük şehirlerde âdeta toplum dışına itildiklerini düşünür ve üzülürüm. Gençliklerinde fırtına gibi esip gürleyen, önemli mevkilerde bulunan, başarılı işler yapan; türlü türlü badireler atlatıp ayakta kalmasını bilen insanların yaş kemale erince bir köşede unutulmaları, "Ayak altında dolaşma!" mesajlarıyla atıllığa yöneltilmeleri ne hazindir! Bizim geleneğimizde yaşlılara karşı sevgi, şefkat ve hürmet vardır. Bu gelenek, Anadolu'da sürdürülüyor ama medeniyet beşiği olması gereken büyük şehirlerde terk edilmiş durumda. Ailelerin çoğunda yaşlılar zamanla birer yük haline geliyorlar, itilip kakılıyorlar. Tahammül sınırları aştığında huzurevlerine bırakılıyorlar. Geçtiğimiz günlerde yapılan yaşlılar sempozyumu dolayısıyla konuşan Başbakan Tayyip Erdoğan, yaşlıların huzurevleri yerine aile içinde yaşamalarının gerektiğini söyledi. Aslında öyle de, bendeniz mesele daha geniş ve derin boyutlu ele alınsa diyorum. İnsan ömrü çok kısa. En güzel günler hayhuyla, hayat mücadelesiyle gelip geçiveriyor... Bir de bakıyorsunuz emeklilik yaşına gelinmiş. Arkadan gelen yoğun bir gençlik dalgasının sizi bir kenara ittiğini fark ediyorsunuz. İlkin sessiz isyanları yaşıyorsunuz; kendinizi yaşlı hissetmiyorsunuzdur, dinçsinizdir, bilinciniz, hafızanız yerindedir; beyniniz sağlıklı çalışıyordur. Üstelik zengin bir birikiminiz, hayat okulunda kazandığınız tecrübeleriniz vardır. Üstüne üstlük (yaşı olmadığı için) gönlünüz gençtir. Ama o itilmişlik duygusu yok mu, işte o yavaş yavaş kemirmeğe başlar sizi. Şehir nizamı gençler üzerine kurulmuştur. Yarış arabası gibi giden otobüslere kolay kolay binemezsiniz; binseniz bile kolay kolay yer veren olmaz. Keskin virajlarda tutunamayıp da düşerim korkusuyla yüreğiniz ağzınıza gelir, "Bir daha mı, tövbe!" dersiniz içinizden... Caddelerde insanlar, sağlı sollu gidiş düzenine aldırış etmeden üzerinize doğru yürürler, omuz çarparlar, sendelersiniz... Caddelerde karşıdan karşıya geçmekte zorlanırsınız. Kırmızı ışığa aldırış etmeyen bir araba her an "Vınnn!" diye geçiverir önünüzden. Tam "Allah korudu, çarpmadı" diye halinize şükrederken bir kurye, kebapçı veya pizzacının servis motorunun çılgın geçişiyle yüreğiniz ağzınıza gelir. Mahallenizde rahatlıkla gidebileceğiniz, arkadaşlar edineceğiniz bir lokaliniz yoktur. Kahveler de artık gençlere yönelik "cafe" olmuştur. Eskiden çalıştığınız yere gideyim deseniz, bir iki iyi karşılanırsınız da üçüncüsünde gizli gizli "yine mi geldi?" rahatsızlığı kendini hemen hissettirir. Sonunda eve çekilirsiniz. Evde de ona karışma, buna karışma, ortada dolaşma havaları eser. Evin de kendine göre tuzakları vardır, size egemen oldu mu kolay kolay bırakmaz sizi. Dışardan bir ses gelmedikçe kendi iç seslerinizle, iç hesaplarınızla baş başa kalırsınız. Kendi kendinize yetmezliğin ve iç çekişmelerin girdabında, iç yalnızlığın, üretim dışında kalmanın hüznünde strese girersiniz. Derken hastalıklar başlar... Hastane eziyetleri, maaş yetersizliği, gittikçe çıkmaza giren, önceden verilmiş haklarınızı kısıtlayan Emekli Sandığı işlemleri... Bütün bunlar sizi canınızdan bezdirir, ölümü arzular hale getirir. Emeklilikte ikinci bahar Aslında emeklilik, insanın kendini daha derin boyutlarda keşf ettiği, yenilediği, birikimlerini zenginleştirdiği; gerekirse bunları üretim amacıyla da kullanabileceği ikinci bahar dönemi olabilir. Sosyal devlet, yaşlıların tecrübeleriyle gençliğin dinamizmini buluşturan projeler üretebilir. Huzurevleri, yaşlıları hayattan ve bilhassa gençlikten koparmayacak şekilde yeni ve modern bir anlayışla düzenlenip çoğaltılabilir. İnsan her yaşta, sevgiye, şefkate ve ilgiye muhtaçtır. Yaşlılıkta bu ihtiyaç daha fazla artar. Yaşlıların dünyasına böyle bir hava getirebilirseniz onların hastalanmalarını da, zamanla yük haline gelen huysuz ve mutsuz ihtiyarlar olmalarını da önlemiş olursunuz. Mesele ciddiyet ve iyi niyetle ele alındığında yapılacak o kadar şey, alınacak o kadar insani tedbirler var ki! Yeter ki sevgi ve iyi niyetimiz bol olsun!..