Cüneyt yaklaşık bir seksen boylarında koyu kumral, keskin hatları olan, dalgalı siyah saçlı, bal rengi gözlü, sivri burunlu, oldukça yakışıklı bir gençti. Rahmetli annesinden çok babası Kamil Beye benziyordu. Şanlıdağ ailesinin iki çocuğundan küçük olanıydı. Amerika'da yaşayan bir ablası vardı. Betül Hanımı iki senede bir bazen de üç senede bir görürlerdi. O da kısa süreli olurdu. Amerika'da bir iş adamıyla evlenmişti on sene önce. Cüneyt'le ablasının arasında sekiz yaş fark vardı... Cüneyt ablası Betül Hanımın uzak diyarlara gelin gitmesinden sonra evde tek çocuk kalmanın hem avantajlarını hem de dezavantajlarını yaşamıştı. Her şeyden önce Kamil Beye göre erkek çocuk olması bakımından oldukça önemseniyordu. Bu yüzden şımartılmıştı. Ama tek çocuk olarak kalması nedeniyle bütün ilgi üzerinde olduğu için de sıkıntılar yaşamıştı. Çok zengin bir ailenin tek oğlu olması sorumluluklarının yüklenilmesi açısından biraz gevşek olmasına yol açmış, gelecek kaygısı olmadan yaşamasına sebep olmuştu... Babası Kamil beyin korumacılığının yanında rahmetli annesi Pakize Hanımın kendisine aşırı düşkünlüğü de bu sorumsuz hayatın sebeplerinden biri olmuştu... İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirmişti Cüneyt. Mezuniyetinden iki ay önce annesini ani bir kalp krizi sonucu kaybetmişti. Bu ölüm genç adamı çok sarsmıştı. Ama yine de okulunu bitirmeyi başarmış, diplomasını alabilmişti. Ölümün ardından hareketli günler yaşanmıştı Şanlıdağların evlerinde. Amerika'dan ablası Betül gelmiş, bir süre kalmıştı. Taziyeye gelen gidenin haddi hesabı yoktu. Ama aradan zaman geçince herkes kendi kabuğuna çekilmiş, baba oğul yalnız başlarına kalınca artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark etmişlerdi. Yeni bir düzene uyum sağlamakta her ikisi de zorlanıyordu. Pakize Hanımın ne kadar iyi bir orta yol bulucu olduğunu anlamışlardı. Kamil Beyin karısını yitirmenin verdiği sarsıntı nedeniyle her zamankinden daha zor bir insan olması Cüneyt'i bunaltmış, baba-oğul birbirleriyle hiç geçinemez hale gelmişlerdi. Bir can simidi gibi yetişmişti Ersin'in daveti. Hiç düşünmeden kabul etmişti Cüneyt. Hemen biletini ayarlamış, hazırlanmış ve yola çıkmıştı... Ersin'in küçük arabası kendinden beklenmeyen bir performansla ilerliyordu yolda... Foça yoluna girmişlerdi. Ersin doğma büyüme Foçalıydı. Babası ve annesi de buranın yerlilerindendi. Daha önce Bağarası'nda oturuyorlardı ama beş sene önce Foça'nın içinden bir ev almışlar ve oraya taşınmışlardı. Babası Mahmut Bey'in turistik eşya satan bir dükkanı vardı çarşının içinde. Allah'a şükür kazancı iyiydi. Ersin gözünü yoldan ayırmadan konuştu: - Buraları beğeneceksin, sakin, rahat ve sevimli yerlerdir... - Daha önce bir kere gelmiştim Foça'ya... - Şimdi daha değişti. İzmirlinin yazlık ihtiyacını giderir. Kışın içine kapanır. Kendi kendisiyle kalır. Nüfus yarıya düşer... Belki yarının bile altına. Cüneyt içini çekti: - Ne güzel... Sakin bir hayat... İstanbul'da buna hasret insanlar... Ersin dudak büktü: - Yaşanmaz abi İstanbul'da... Hele yoksul insan için hiç de cazip değil. Senin paran var, hiç olmazsa güzelliklerden faydalanabiliyordun, ya hiçbir şeyi olmayanlar? Cüneyt gözlerini kıstı: - Para insanı mutlu etmeye yetecek bir araç değil Ersin... Önemli olan iç huzuru!.. > DEVAMI YARIN