Sabah gözlerini açtığı zaman yerinden kalabilecek durumda değildi. Midesi bulanıyor, başı dönüyor, her tarafı ağrıyordu. Güçlükle doğruldu yataktan. Fakat mide bulantısından ne olduğunu bilemeden kendisini lavaboda buldu. Adımlarını atarken bacakları titriyordu. Üşüdüğünü fark etti. Sobayı dün akşam yakmadığı için ev iyice soğumuştu. Hırkasını giyip kollarını kavuşturdu. İşe gidecek halde değildi. Eğer zorlarsa düşüp kalacaktı. Ne yapacağını bilemez bir şekilde etrafına bakındı. Mutfağa girdi, "birkaç parça bir şey yersem belki toparlanabilirim" düşüncesiyle eski buzdolabını açtı. Bomboştu dolap. Bir kasede peynir kırıntıları vardı. Ekmeklikteki ekmek küflenmişti. Yüzünü buruşturarak hepsini bıraktı. Pardösüsünün cebinden para çantasını çıkarttı. Fazla bir şey yoktu. Ay başına bir hafta kalmıştı. "Gitmeliyim... İşe gitmeliyim. Böyle olamaz... Biraz param olmalı ki buradan çıkıp gidebileyim..." Gece hem ağlamış hem de düşünmüştü. Buradan uzaklara gitmek kararı almıştı. Daha fazla kalamazdı... Kimseye bir şey söylemeden uzaklaşacaktı ıstırap dolu anılarından başka bir şey olmayan bu yerden. Gittiği yerde ne yapacağını, nerede kalacağını, daha doğrusu nereye gideceğini bilmiyordu. Bir adımdan ötesini göremeyecek kadar dağılmıştı. Aklında sürekli Faruk vardı. Onun "pişman oldum hayatım, senden vazgeçemem" diyerek geri dönmesini istiyor, beklentisi hep bunun üzerinde yoğunlaşıyordu. Bu isteğini kendine bile itiraf etmekten çekiniyordu. Kurduğu hayallerin altüst olması perişan etmişti genç kadını. Sevdiğine hasret kalması, onu bir daha göremeyecek olması yüreğinden bir şeyler kopartıyordu. "Katlanamayacağım bu ayrılığa ben..." diye hıçkırdı. "Katlanamayacağım..." diye haykırdı. Çözülmüştü âdeta. Kendinden nefret ediyordu. Beyninin bir yanı bu kadar zayıf, bu kadar aciz olmasını kabullenemiyor, ama yüreğindeki ıstırap bütün mantığını kapatmış, duygularının akıntısına kaptırmış, boşlukta yuvarlanıyordu. Bir müddet sonra çöktüğü koltuktan kalkıp pardösüsünü giydi. Dışarı çıktı. Sabah ayazı yüzüne çarpınca silkelendi. Biraz kendine gelmişti. Etrafına bakındı. Gözleri hâlâ Faruk'un arabasını arıyordu. Otobüs durağına yürüdü ama cebindeki paranın az olduğunu hatırlayınca yürümeye karar verdi. Dükkana geldiği zaman saat sekize geliyordu. Melih Bey gelmişti. Çekingen bir tavırla "günaydın" diyerek önlüğünü giydi. Uzun saplı yer fırçasını alıp yerleri süpürdü. Etrafı düzeltti. Ayakta zor duruyordu. Rengi bembeyazdı. Bu hali patronun gözünden kaçmamış olacak ki adam yaklaştı: - Hasta mısın Nihal? Hiç iyi görünmüyorsun! - Biraz üşüttüm herhalde Melih Bey, başım ağrıyor ve midem bulanıyor... - Sana bir ilaç vereyim. Bir ağrı kesici ve vitamin. Belki faydası olur. Minnetle baktı adamın yüzüne, fısıldadı: - Teşekkür ederim efendim... O gün yine bir gün önceki gibi hiç konuşmadı. Öğlen Melih Beyin getirttiği sandviçten birkaç lokma yiyebildi. Lokmalar ağzında büyüyor, yuttuğu her lokma geri geliyordu. Paydos olduğu zaman artık adım atacak hali kalmamıştı. Güçlükle dayandı ayakta durabilmek için. Yine yürüyerek döndü evine. Soğuk, rutubet kokan eve girdiği zaman nefretle bakındı etrafına. Yaşamak hiç bu kadar anlamsızlaşmamıştı. Ani bir kararla tekrar pardösüsünü giydi ve hızla evden dışarıya çıktı... > DEVAMI YARIN