"Ben ne derim sen ne dersin evlat!.."

A -
A +

Davut hiç okula gitmemiş, okumayı yazmayı askerde öğrenmişti. Eğer jandarma komutanının sıkı takibi olmasaydı Aliye'yi ilkokula bile göndermeye niyetli değildi Davut. Köyün öğretmeni Necla Hanım zaman zaman evlerine gelirdi. O zamanlarda kadının kendinden bilgi ve kişilik bakımından üstün olmasını bir türlü hazmedemez, kadın gittikten sonra ardından veryansın ederdi. Aliye ise kendisine örnek olarak öğretmenini seçmişti. Okumak istiyordu. Annesine bu düşüncelerini açtığı zaman Zübeyde dehşetle irkilmiş: - Aman güzel kızım, sus gözünü seveyim, baban, ağaların sakın duymasın bunu, demişti! *** Hasan evin büyük oğluydu. Mavi gözleri, sarıya yakın açık kumral saçları ile anneannesine benziyordu. Dünyaya geldiği gün daha sağ olan Rıfkı Bey ve Davut bütün köy halkına yemek vermişler, kapılarının önünde yirmi dört saat davul zurna çaldırmışlardı. Hasan el bebek, gül bebek büyümüştü. Hemen bir sene sonra doğan kardeşi Hüseyin de Davut için ayrı bir gurur kaynağı olmuştu. Art arda iki erkek sahibi olmanın böbürlenmesini hep yaşamıştı. İki oğlunu her gittiği yere götürür, onların bir dediğini iki etmezdi. Babalarından ve ailenin büyüklerinden sırf erkek çocuk oldukları için böylesine kıymet gören iki çocuk doğal olarak anne ve kız kardeşlerinin üzerinde sıkı bir baskı kurmuşlardı. Bu yüzden iki delikanlıyı da suçlamak gerekmezdi. Çünkü onlara verilen ve öğretilen buydu ve onlar da doğrunun bu olduğuna inanmışlardı. Davut cebinden dükkanın anahtarını çıkartıp büyük oğlu Hasan'a uzattı: - Aç bakalım kepenkleri... Hasan hemen demir kepenkleri kaldırdı. Çok geçmeden dükkanın önüne bütün mallar çıkmıştı. Hüseyin kapının önünü suluyordu. Hüseyin ağabeyine fizik olarak hiç benzemiyordu. O tamamen baba tarafından almıştı hatlarını. Gözleri dedesi Rıfkı beyinkilerin aynısıydı. Onun gibi küçük, siyah gözlü, esmer tenliydi. İkisi de uzun boyluydu. Davut kapının önüne koyduğu plastik tabureye oturup babasından hatıra kalan gümüş tabakasından bir sigara çıkartıp yaktı. Mis gibi bir hava vardı dışarıda. Güneş yüzünü daha yeni yeni göstermeye başladığından etkili değildi. Sabah serinliği Pozantı Yaylasının bu şirin köyünde insanı hem ürpertiyor hem de yayla topraklarından dağılan dağ kekiklerinin kokularını taşıyordu. Davut düşünceliydi. Hüseyin'in getirdiği ince belli bardaktaki çayından bir yudum alarak bardağı yarıya indirdi. Şekersiz içerdi sabah kahvaltı sonrası çaylarını. Yanına yaklaşan oğlu Hasan'a baktı göz ucuyla: - Bu mevsim geriledik be Hasan... Köyde adam kalmadı. Şu otoban denen yolu şuradan geçirselerdi keyfimize diyecek yoktu. Gelen geçen yolculardan çok para kazanır, zengin olurduk. Toptancıya borcumuzu zor denkleştireceğiz. Biraz sıkmamız lazım kemerleri. Hasan endişe ile baktı babasına: - Benim şu işi de savsaklıyoruz baba... Davut sigarasından bir nefes daha çekip yere attı, topuğuyla ezdi izmariti: - Ben ne derim sen ne dersin evlat... Bu halde sana şanımıza yakışır bir düğün yapamam. Halimiz ortada. Hele bir toparlayalım kendimizi. Kayınpederin olacak adam dünya kadar başlık ister. Kız mı yok sana? > DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.