Safiye hayretle baktı kocasının yüzüne. Bu durumda ne diyeceğini bilemedi. Halil devam etti: - Biraz toplu bir para verdiler. Yeni bir iş bulana kadar idare ederiz. Sinirlenmişti... Bir yudum içti çayından: - Ağabeyine o kadar para vermeseydik, bir dükkan açardık şimdi. Bak, o ne güzel kurdu işini. Sessizdi Safiye. Birkaç dakika süren bu sessizlikten sonra mırıldandı: - Sağlık olsun Halil, idare ederiz elbet. - Buralardan gitmek istiyorum. Taşınalım İstanbul'a. Orada iş çok. Bütün arkadaşlarım orada iş sahibi oldular. Burada hayat yok. - Sen bilirsin Halil. Halil derin bir nefes aldı. Yeni bir yol ayırımında, yeni bir kararla, yeni bir hayata atılmak niyetindeydi artık... *** İstanbul, ürkütücü büyüklüğüyle, dünyanın en güzel manzarasıyla, inci gibi boğazıyla ihtişamlı bir şekilde serilmişti gözler önüne... Safiye sadece adını duyduğu bu olağanüstü güzellikteki kenti otobüsün penceresinden hayret ve hayranlık dolu gözlerle izliyordu. Otobüs Boğaz Köprüsünün üzerinden geçerken garip bir tedirginlik duymuş, korkuyla koltuğuna sıkı sıkı yapışmıştı... Halil'in verdiği acele kararla toplamışlardı evlerini. Geride bıraktıkları hiçbir şeyleri yoktu. "İnsanın karnı nerede doyarsa orası memleketidir" düşüncesiyle kalkmışlar, gelmişlerdi. Halil'in bir asker arkadaşının evine gidiyorlardı. Birkaç gün önce kendisiyle telefonla görüşmüşler, kalacak bir yer ayarlamasını istemişlerdi... Otobüs yağ gibi kayıyordu otobanda. Garaja girdikleri zaman etraftaki kalabalıktan Halil bile ürkmüştü. Her taraf seyyar satıcı doluydu. Ekmek parası için koşuşturan, kendileri gibi Anadolu'nun her köşesinden kalkıp gelmiş insanların çabalarını görüp, kendilerini bekleyen zorlu mücadeleyi anlamamak mümkün değildi. Eşyalarını bir kenarda toplamışlardı. Safiye, kucağında oğlu, tedirgin bir şekilde, ürkek gözlerle etrafına bakınıyor, nasıl bir keşmekeşin içine geldiğini anlamaya çalışıyordu. Halil bir araba bulmak için gitmişti. Biraz sonra kocasının kendilerine yaklaştığını görünce sevinçle gözleri parladı Safiye'nin. - Hadi, al şunları da gel. Öte taraftan binecekmişiz arabaya. Hemen davrandı Safiye. Kucağındaki oğlunu koltuğunun altına sıkıştırıp, boşta kalan eline de bir torba aldı. Kalanları da Halil yüklendi. Elli metre kadar yürüdüler. Köşede sıra sıra sarı renkli taksiler duruyordu. Halil birisine yaklaştı: - Birader, Gültepe'ye gidecektik. Simsiyah, kalın bıyıklı, uzun boylu şoför yukarıdan aşağıya süzdü adamı: - Sıra bende değil, baştakine git. Halil munis bir tavırla ilerledi. Baştaki arabanın içinde uyuklayan şişman şoföre eğildi: - Birader, Gültepe'ye gidecektik. - Atlayın... Oooo, bagaj da var. Dur da koyalım onları arkaya. Biraz sonra Halil öne, Safiye, oğluyla birlikte arkaya binmişler, yola çıkmışlardı. Genç kadın etrafını seyrederken hiçbir şeyi kaçırmak istemiyormuş gibi telaş içinde bakınıyordu dört bir tarafına. Hayranlığının yanında garip bir ürküntü de duyuyor, içinde anlam veremediği bir korkuyu da beraberinde taşıyordu... DEVAMI YARIN