Ahraz Kadının eski, yarı kerpiç, yarı taş evinde küçük bir odası vardı Pelin'in. Mavi kireç badanalı duvarlarına eğreti takılmış üç tane rafta kitapları duruyordu. Dört bacaklı kare masasının üzerinde el radyosu, defterleri, kitapları vardı. Bazen yemeğini burada yerdi. Ama çoğunlukla mutfak diye kullanılan küçücük yerin karşısındaki odada kuruluyordu sofra. Küçük bir elbise dolabı vardı odanın içinde. Bir de karyola. Biraz sevimli hale getirmek için penceresine çiçekli, basma perdeler dikmişti Pelin. Her şeye rağmen seviyordu yaşadığı yeri. Her şeyden önce talebelerini seviyordu. Onları yetiştirmek, onlara bir harf bile öğretebilmek inanılmaz bir haz veriyordu genç kıza... Pelin'in babası memur emeklisiydi. Uzun yıllar bir devlet bankasında görev yapmış, şef olmuş, müdür muavinliğine kadar yükselmişti. Kendisinden başka bir erkek kardeşi daha vardı. O henüz bu sene yeni girmişti üniversiteye. Bu Anadolu'nun uzak köyünde özlediği tek şey ailesiydi genç kızın... Güzel bir kızdı Pelin. Naif bir görüntüsü vardı. İnce yapılıydı. Orta boyu, kumral saçları ve ela gözleri vardı. Saçları pırıl pırıldı. Omuzlarına kadar dökülüyordu. Gözleri kendiliğinden sürmeli gibiydi. Minicik bir burnu, hafif çıkık elmacık kemikleri, anlamlı ama her şeyden önemlisi kişilikli bakışları vardı. Düzgün bir insandı. İnsanın içini ferahlatan, huzur veren bir ses tonu vardı. Okulunu bitirdiği sene asil olarak ataması çıkmıştı. Bu büyük bir şanstı. O sebeple atamasının çıktığı yeri asla sorgulamamış, bir öğretmen olarak vatanının neresi olursa olsun gocunmadan görevini yapmaktan kaçınmamıştı. Ayrıca bu köyü de seviyordu. Herkesle arkadaştı. Köylüler de bu şirin, kişilikli, kendilerine değer veren öğretmen hanımı seviyorlar, bağırlarına basıyorlardı. Bazen geceleri köy kadınlarının toplantılarına giderdi. Onlarla birlikte oturur, hikâyeler dinler, türküler söylerlerdi... O gecelerden birinde öğrenmişti Ahraz Kadının hikâyesini. Bütün ailesini yıllarca sürüp giden bir kan davasından kaybetmişti Ahraz Kadın. Kocasını, kayınpederini, kayınbiraderini, kendi babasını, ona yakın olan herkesi. Hiç çocuğu yoktu. Bir kere hamile kalmış, onda da ölü doğum yapmıştı. Zaten o günden sonra kesilmişti sesi. Kimseler yıllardır sesini duymamıştı Ahraz Kadının. Asıl adının Gülbahar olduğu söyleniyordu. Ama herkes onu "Ahraz Kadın" diye bilirdi. Küçükler ise "Ahraz Ana" derlerdi. Pelin de öyle hitap ediyordu... Ahraz Kadın bu köy toplantılarının hiçbirine katılmazdı... O bütün gününü hayvanlarıyla geçirirdi. Onların sütünden yoğurt, peynir, tereyağı yapardı. Götürür, Pazarcı Mustafa'nın önüne koyardı yaptıklarını. Mustafa Malatya'ya, Arguvan'a, Hekimhan'a pazara götürürdü. Sattığının parasını da getirir verirdi Ahraz Kadına... Ahraz Kadın. Hiç gülmezdi. Kaşları hep çatıktı. Gülbahar, yılların eskitemediği acılarıyla kendi kendine yaşıyordu işte... DEVAMI YARIN