"Şevval'in nerede olduğunu biliyorum"

A -
A +

Ta­mer Şev­val'in git­ti­ği­ni öğ­re­nin­ce şa­şır­dı. Pe­ri­han Ha­nım ke­yif­li bir şe­kil­de dur­ma­dan ko­nu­şu­yor­du: - Aman biz­den uzak ol­sun da ne olur­sa ol­sun. Kat­la­na­mı­yor­dum, si­nir sis­te­mim laç­ka ol­du. Bir da­ha da dü­şün­me­den ha­re­ket et­me Ta­mer! Şu üç ay ya­şa­dık­la­rı­mı­za bak! Bu­gün he­men Sa­lih Be­ye git. Bo­şan­ma da­va­sı­nı hız­lan­dır­sın. Bil­di­ğim ka­da­rıy­la bu kız mah­ke­me­ye gel­mez­se bir şe­kil­de da­va dü­şer. Dü­rü­ye'yi şa­hit gös­te­ri­riz. Ben de şa­hit­lik ede­rim. Şu bo­şan­ma ila­mı­nı da eli­ne alır al­maz ar­tık hür­sün oğ­lum... Ta­mer ba­şı­nı sal­la­dı: - Ta­mam an­ne, gi­de­rim Sa­lih Am­ca­ya. Me­rak et­me sen... Pe­ri­han Ha­nım ne­şe­li bir şe­kil­de ses­len­di: - Dü­rü­ye, bi­ze bir kah­ve yap, oğ­lum­la kar­şı­lık­lı içe­yim... Dü­rü­ye ise sa­bah­tan be­ri kim­se­ye fark et­tir­me­den ağ­lı­yor­du. Şev­val'i çok sev­miş­ti. Onun ma­sum­lu­ğu­nu, ter­bi­ye­si­ni, ça­re­siz­li­ği­ni sev­miş­ti. "Yav­ru­cak ne ya­par, ne­re­ye gi­der? Na­sıl ya­şar?" di­ye so­rup du­ru­yor­du ken­di­ne. Hay­dar Be­yin çok tep­ki gös­te­re­ce­ği­ni dü­şün­müş, ama yaş­lı ada­mın ola­yı ga­yet sa­kin kar­şı­la­ma­sı­na da bir an­lam ve­re­me­miş­ti. Yıl­lar­dır Ya­zı­cı­oğ­lu ai­le­si­nin ya­nın­day­dı. Hay­dar Be­yi bir ağa­bey gi­bi bil­miş­ti. Onun bu den­li ça­re­siz ve sa­vun­ma­sız bir kı­zı bu ka­dar ça­buk göz­den çı­kar­ta­bi­le­ce­ği­ne inan­mak is­te­mi­yor­du. O gün ak­şa­ma ka­dar bu iç he­sap­laş­may­la ya­şa­dı. Öğ­len ye­mek vak­ti ge­lin­ce bir kez da­ha göz­yaş­la­rı­na ha­kim ola­ma­dı. Üç ay­dır her öğ­len mut­fak­ta Şev­val'in ye­mek tep­si­si­ni ha­zır­la­dı­ğı an­la­rı ha­tır­la­mış­tı. Ak­şam Hay­dar Bey eve ge­lin­ce dik­kat­le bak­tı onun yü­zü­ne. Sa­bah­ki gi­bi sa­kin gö­rü­nü­yor­du yaş­lı adam. Ye­mek­ten son­ra kah­ve­si­ni ya­pıp ge­tir­di. Pe­ri­han Ha­nım te­le­viz­yon sey­re­di­yor­du. Ta­mer her za­man­ki gi­bi yok­tu. Hay­dar Bey kah­ve­si­ni alır­ken dik­kat­le bak­tı emek­tar hiz­met­çi­ye, göz kırp­tı gü­lüm­se­ye­rek. Dü­rü­ye bir an­lam ve­re­me­di bu ha­re­ke­te. Me­rak­la ka­rı­şık öf­ke duy­gu­la­rı­nın da göz­le­ri­ne yan­sı­dı­ğı­nı bi­li­yor­du. Mut­fa­ğa ge­ri dön­dü. Bir­kaç da­ki­ka son­ra ar­ka­sın­da bir kı­pır­tı du­ya­rak dön­dü. Hay­dar Bey­di ge­len. Yaş­lı adam bir san­dal­ye çe­kip mut­fak ma­sa­sı­nın ya­nı­na otur­du, gü­lüm­sü­yor­du: - Ba­na kız­dın mı Dü­rü­ye? Şev­val'in git­me­si­ne izin ver­dim di­ye? Yut­kun­du emek­tar hiz­met­çi: - Siz doğ­ru­su­nu bi­lir­si­niz Be­yim. Ne had­di­me kız­mak? Hay­dar Bey kı­sa bir kah­ka­ha at­tı: - Me­rak et­me, Şev­val'in ne­re­de ol­du­ğu­nu bi­li­yo­rum ben. Onu ben gön­der­dim bu­ra­dan. Şim­di ya­rın sen onun ol­du­ğu ye­re gi­dip der­le­yip to­par­la­ya­cak­sın kı­zı. Me­rak et­me ken­di­si iyi. Dü­rü­ye'nin göz­le­ri se­vinç­le par­la­dı ve min­net­le bak­tı Hay­dar Be­ye... DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.