Betül, babasının telefonunu alır almaz hava yollarını arayarak Türkiye'ye giden ilk uçakta yerini ayırttı. Eşyalarını hazırladı. Sinirlenmişti. Kardeşinin yaptığı akıl almaz bir şeydi. Betül babasına benziyordu. Hayatın kurallarla sınırlı olduğuna inanıyor, her şeyin gerektiği gibi olması lazım geldiğine inanıyordu. Uçağı beş saat sonraydı. Kocasını uyandırarak durumu anlattı. Bir saat sonra yola çıkmaya hazırdı. Havaalanına geldiği zaman henüz sabah oluyordu. On bir saatlik bir uçuşa çıkıyordu. Kocasıyla vedalaştı. Dönüş zamanını bilemiyordu. Uçağa bindi. Bu sırada Kamil Bey de Metin'den haber bekliyordu. Emekli polis görevlisinin akşam Foça'ya varmış olması gerekiyordu. Kızının geleceği saati damadından öğrenmişti. Akşamüzeri İstanbul'a inecekti uçağı. Yanlış yapmak istemiyordu Kamil Bey. Gece hiç uyumamıştı. Cüneyt için planları vardı oysa. Şirketin yönetimini ona bırakacaktı. İnanılmaz bir servetin sahibiydi. Bunun verdiği güvenceyle her şeyi kendi isteği doğrultusunda halledebileceğine inanıyordu. Saat on bire doğru telefonu çaldı. Piraye Metin Beyin aradığını haber veriyordu. Heyecanla bastı tuşa: - Metin? Ne oldu? - Günaydın efendim. Dün akşamüzeri geldim buraya, hemen çalışmaya başladım. Haklısınız. Cüneyt Bey burada bir kahvehanede garson olarak çalışan Saadet isimli bir kızla sözlenmiş. Kız kimsesiz. Yetimhanede büyümüş. Buranın yerlisi olan yaşlı bir kadının evinde kalıyor. Yirmi bir yaşında. Öğrenebildiklerim bu kadar. Eğer başka emirleriniz varsa... Kamil Bey onun sözünü bitirmesine meydan vermeden atıldı: - Anası babası belli değil mi bu kızın? - Hayır efendim, yetimhanede büyümüş. Bugün yetimhaneyle görüşeceğim. Ama geriye dönük bilgileri ne kadar sağlıklı saklamışlardır bilmiyorum. Ama buradan edindiğim intiba dürüst ve çevresinde sevilen bir kız olduğu. Ben kızı da gördüm bu sabah. Minyon, güzel bir kız. - Geç bunları Metin, güzelliği kim kaybetmiş de o bulmuş... Güzelliği beni ilgilendirmiyor. Parası pulu da yok tabii. Şu başıma gelene bak! Cüneyt'i gördün mü?!. - Hayır efendim, kimseye gözükmedim. Kamil Bey birkaç saniye düşündükten sonra devam etti: - Gör o zaman. Konuş, ne kadar öfkeli olduğumu anlat, bugün ablası da geliyor Amerika'dan. Cesareti varsa gelsin, yüz yüze konuşsun bizimle. Böyle bir şeye asla izin vermeyeceğimi anlat kendisine. - Baş üstüne efendim. Kamil Bey telefonu sinirli bir şekilde kapattı. Arkasına dayandı. Yüreğinin sıkıştığını hissediyordu. Aklı almıyordu böyle bir kararı. Onun hayat tarzına, görgüsüne, düşüncelerine böylesine zıt başka bir karar daha olamazdı. Ailesinin, en yakını olan oğlunun onun çizdiği çizgiden ayrılması kabul edilebilecek bir şey değildi. Mutlaka engel olmak zorunda hissediyordu kendisini. Yoksa kararını vermişti. Reddedecekti oğlunu. Bu yanlıştan dönene kadar silecekti hayatından. Telefonu kaldırıp bir kahve istedi. Ağlamak istiyor fakat inanılmaz bir güç sarf ederek engel oluyordu bu duygularına. Onun hayatında duygusallığa asla yer yoktu. Hayatının en büyük darbesi olan karısının ölümünde bile tek damla gözyaşı dökmemişti. "Ya herru ya merru Cüneyt Bey... Görelim kimin istediği olacak!" diye mırıldandı kendi kendine... > DEVAMI YARIN