Ruhuma umutsuzluk aşılanalı kaç yıl oldu, hatırlamıyorum. Şu kadarını biliyorum ki çok çok uzun zaman geçti kırılışımın üzerinden. Bu yüzden kalemim hep buruktur biraz. İçim üzülürken yüzüm gülse de maskevâri, kalemim rol yapmaz. Hüznü kabulleniştir bu. Onunla evlenmektir bir anlamda. Ve hüzünle evlendiğinizde sevinç evinize ayda yılda bir kez uğrayan uzak bir akraba konumuna geçer. Bu duruma alışkınım ben. Fazla bir şey beklemiyorum artık hayattan. Ya da beklemediğimi sanıyordum şimdiye kadar. Taa ki o kapı açılana kadar. Sıradan bir kapı, her binada görülebilecek cinsten. İçeride ben otururken dışarıdan gelen, son umuda aralanan o kapı... Açılabileceğine hiç ihtimal vermediğim, hep kapalı durmasını yadırgamadığım kapılardan bir kapı işte. Dedim ya, birdenbire açıldı. İçeriye önce ışık sızdı. Sonra mutluluk ilk adımını attı odaya. Ben baktım sadece. İnanamadım. Yanlış yere geldiğini fark edip geri dönmesini bekledim. Dönmedi. Gözümü gördü ve gülümsedi. Beni tanıdığını söyledi. Şaşırdım. Ben de onu tanıyordum ismen ama karşılaşmayı hiç beklemiyordum. Oturdu yanıma. Sohbet ettik ne dediğimizi duymadan. Konuştuk ama söylemediklerimizden anladık birbirimizi. Kapı kapansın tamamen ve o benimle kalsın istedim. Biraz gitti, çokça kaldı gerçekten. Şimdi kapı aralık duruyor. Güzel olan şu; hâlâ dışarıda mutluluğun gezindiğini biliyorum artık. Her an gelebilir. Vazgeçip gitse bile öyle çok tamamladı ruhumu, eksilmem kolay kolay. Bunu bekliyormuşum demek bunca zamandır. Sevilmeyi özlediğim için çok seviyormuşum. Yüzü güzelmiş, gözleri gülermiş. İnanılmakmış tek ihtiyacı. Bunu anlayınca durakladım. İnanmayı hiç bilmiyorum ben. Acaba çok mu geç diye telaşlandım. Sonra kendime bir şans tanısam pişman olacağımı sezdim. En yakın arkadaşım umutsuzlukla vedalaştım. Onu özlemeyeceğim. Bir kez daha deneyip belki de bu sefer kazanacağım. Hüzünden yıkanmak temizlenmekmiş.