Fırtına öncesi sessizliği seziyorum. Hani herşey birdenbire dinginleşir, netleşir ve suskunlaşır ya işte aynen öyle. Belki bana öyle geliyordur. Ya da belki de ben o durumdayımdır. Bazen insan kendisiyle dünyayı karıştırıyor. Kendi şartlarını dünyanın şartları sanıyor. Pencereden dışarıya baktığımda hakedilmemiş bir bahar görüyorum. Kışı yaşamadan, soğuğa maruz kalmadan kucaklaştığımız baharı izlemek keyif veriyor. Çiçek açmış ağaçlar, koşup oynayan çocuklar ve onların heyecanının bulaştığı köpekler beni neşelendiriyor. İzlemek güvenli. Ama aralarına karışacak gücüm yok. Kendimi biraz kolu kanadı kırık, biraz buruk hissediyorum. Sanki dilimin ucunda birikmiş sözlerim varmış söyleyemediğim, sanki sevgilerim varmış paylaşamadığım... İşte böyle... İnsanlar gelip gidiyor hayatıma. Her biri bir şeyler alıp götürüyor. Kendinden veren o kadar az ki. Bir gün bir de bakıyorsunuz, verecek bir şeyiniz kalmamış. Duygu fakiri olmuşsunuz. Siz dünyadan geçerken dünya sizden geçmiş. Yine de yaşamayı seviyorsunuz. Hayat öyle güzel ve değerli ki vazgeçmek olacak iş değil. Kuşlar cıvıldarken öylesine umarsız ki özenmemek mümkün değil. Denize baktığınızda gördüğünüz uçsuz bucaksız mavilik öyle derin ki içine dalmak istememek olası değil. Maviyle mavi olmak, mavilikte yok olmak... Yokken varlığını sürdürebilmek... Hayat gailesinden ve koşuşturmadan soyutlanıp yalnızca sizliği tadabilmek... Sadece o anı bilmek ve sadece o anın içinde var olmak. Bunlardır belki hayatın amacı, kim bilir?