Bir düşman çok, yüz dost azdır

A -
A +

Her şey önce itiraf edip, hastalığı kabullenmekle başlar. Terapi başlar, tedavi sonuca ulaşır. Türk futbolu koca bir yılı daha, hasta olduğunu kabullenmeden tamamladı. Hastalık, çok uzun yıllar önce başladığı gibi, teknik heyetin "çıkın oynayın" demeyi bir yana bırakıp, "çalışın" demeye başlamasıyla başladı. Teoriler pratiklere hep "oynatmamak" üzerine döküldü. Yöneticiler "bir şekilde kazanmak" üzerine bina ettiler sezonlarını. Oyuncular büyük paralar aldıkları "muhasebenin kaotik ilişkisini" menajerler aracılığıyla dayatmaya başladılar hemen ardından. Olan taraftara oldu... Ayağa kalkıp "ben bir fanatiğim" demedikçe, tedavisi artık mümkün değil fanatiğin. Futbolcusu "ölümün dansını yapanlar" olmuştur onun için. Çoktan beri bir gösteriye dönüşmüş oyunun skor tabelasına esir düşmüş yatırımcılarıdır onlar. Skor levhasına bakarak seyrederler maçı, sahaya değil. Fanteziyi; hakem - yönetici - teknik heyet üçgeni el birliğiyle yasakladığından, fanatiğin beklediği tek şey, sağlamlık ve dayanıklılık üzerine kurulmuş olur böylece. Biraz da yüzsüzdür fanatik. Rakip takımın golcüsü; ona göre "yokuş aşağı bir kaleye bile gol atamayan biri" ve "kendi kalecisinin elleri bağlı olsa bile gol atamaz" biri olarak görünür ona. Ama, kendi oyuncusu elle atsa bile "ne kadar da iyi yutturmuştur" oluverir onun dünyasında. Kendi takımındaki hünerli oyuncunun ayaklarına birer kutsal öpücük kondurulmuştur. Kendi yıldızı asildir. Rakibininki ise tenekeli mahallede doğmuş, eğitimsiz ve açlıktan gözü dönmüş birisidir. Haftada birkaç saatliğine "biz" olduğu yerde mutludur, bir o kadar da saldırgan. Elde edebildiği tek cemiyet, onun sosyalleştiğini sandığı ama yöneticileri tarafından "asosyal" edilip, müritleştirildiği yerlerdir orası. Öğretisi, skor tabelası onu güldürmüyorsa şayet "suçluyu hakem olarak" ilan etmek, stada gelmediyse maçı anlatana sövmek, akşam yorumcuya kızmak şeklindedir. Körü körüne itaat, hatta "başkanına biat etmek" dayatılmıştır ona. Ya da "önünü kesmek" çabası Federasyon ve "hakemler cemiyeti" tarafından sahnelenmektedir ona karşı. Ona bir düşman bulur yöneticisi, sonra da "düşmana karşı" birlik oluşturma eğitimi verirler. Cebindeki son kuruştadır gözleri. "Biz" yerine "ben" olmaya başladığı maç gecesi, boş bir stadın içinde uğultusu hayaletlerin çığlıklarına dönüşen fanatik, kendi yalnızlığından kurtulmak için sadece kendisi gibi düşündürülen "tetikçi ve yöneticisinin himayesindeki" kulüpten maaşlı yazarlarına yönelir. O da olmadı geçmişin bir galibiyeti dayatılır ona... Bunun gerçekleşmesi için ise babadan oğula geçen eski nefretlerin tazelenmesi, yeni aşkların ise körüklenmesi gerekir. Bu duruma peşkeş çekilmiş bir fanatik, nasıl ayağa kalkıp "ben bir fanatiğim" diyecek ve terapi başlayacak ki?.. Bu onu "deforme" eden, onun insanlıktan çıkışını paraya çeviren yöneticinin, ardından onun bu haylinden para kazanan gazete ve televizyonların işine gelmiyor ki?.. Cezalar da doğru değil... Siz hiç maç olmadığı bir gün boş bir stada girdiniz mi?.. O büyük "mabet" bir taş yığınına dönüşür, içinden ruhu alınmış bir beden oluverir orası. Kimsesiz tribünlerden daha dilsiz ne olabilir ki?.. Suudi Arabistan'daki Kral Fahd Stadı mermer ve altının harmonisidir. Halı kaplı tribünleri vardır. Kral dairesi gibidir tuvaletleri. Ancak, o stadın ne anlatacak bir anısı, ne dünya futbolu konuşulduğunda söyleyecek tek bir kelimesi vardır. Bir başka Arap takımını nasıl yendiğini anlatabilir orası en fazla... Oysa: Ey düşmanım, sen benim iradem ve hızımsın; Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın. S-ÖZ Düşmandan öğüt kabul etmek hatadır, ama düşmanı dinlemek doğru olur. Böylelikle o işin tersini yaparsın, bu da doğrunun ta kendisi olur. (Şadi Şirazi) Benim güzel Türkçem Yılmaz Özdil yakaladı. Ben devam ettiriyorum izniyle... Bir equipe'in defense'ı for checking yapabiliyorsa ve goal yemeden match'ı tamamlıyorsa spectaculaire bir equipe oldu demektir. Ancak bir corner bile atamıyorsa, bir touch planı oluşturmamışsa, bir free-kick kullanacak attaque oyuncusu yoksa asla leader olamaz. Pas traffic'i sağlanmamışsa conte-attaque oynasa ne olur? Tandem oynayıp libero kullanabiliyorsa ve penalite yapmıyorsa forwardlarına çabuk ve echape paslar atabiliyorsa, üstelik marquage konusunda dikkatliyse, championnat içinden champion olarak neden çıkmasın ki?.. Shoot atan centreforward sahibi olması da gerekir. Sağ back bulamayan bir takımın da ikinci olması normaldir. Arkadan gelen UEFA için oynar ancak. Gerisini Tele-goal veya Centre'a programlarından, olmadı Marathon programından alırsınız artık. LİG DE LİG'i boş verin. O Türkçe yayınlanıyor!.. Football'u Türkçe oynayıp konuşmuyoruz, Eurovision'a Türkçe şarkıyla gitsek ne yazar!.. Çin mahallesi Her takımın saha içinde bir "çin mahallesi" vardır... Çin mahallesi, kendine özgü kuralları olan, kimin ne yaptığının belli olmadığı ama herkesin arı gibi çalıştığı yoğun ve sıkışık, kendinden menkul bir düzeni olan yerlerdir. G.Saray'ın orta sahası bir "çin mahallesi" gibi değil midir?.. Beşiktaş'ın defansı bir "çin mahallesi" durumunda değil mi?.. Trabzonspor'un hemen her yeri bir "çin mahallesi" durumuna düşmedi mi ilk yarı boyunca. Çok kısa bir dönem savunmasında "çin mahallesi" sendromu yaşayıp, bunu hemen atlatan F.Bahçe ise içinde "çin mahallesi" olmayan tek takım olduğu için bu kadar farkla en tepededir. O, etrafında "çin mahalleleri" dolu olan bir "Beverly Hills" olmuştur çoktan. POST-İT "Fazla küskünlük düşman kazandırır" demiş Hazreti Ali ve "Düşmanın akıllısı, cahil dosttan daha hayırlıdır" demiş Lokman Hekim... Kim için söylemiş olabilirler sizce?.. Gölgeler TRT'nin bir programının adı bu. Tufan Kıraç ve Funda Arar şovu. Tek kelimeyle muhteşem. Konuşmak bir yana itilmiş, müziğin coşkusuyla donatılmış, olağanüstü başarılı ve ciddi bir orkestra eşliğinde canlı canlı müzik sunuluyor. Benim diyen babayiğidin altından kalkamayacağı bir şölene dönüşüyor program. Bize "sanatçı" diye dayatılan daha şarkıcı bile olamamış ucubelerin arasından muhteşem bir müzik programı doğmuş. Hiç kaçırmıyorum. Size de tavsiye ederim... Ahmet Ertegün Çoğunluk onu Türkiye'ye ünlü isimleri getiren ve yedirip içiren biri olarak tanıdı. Oysa, o bir Türkiye sevdalısı olarak tamamladı ömrünü. Atatürk'ün en yakınında olup yabancı dil bilen muhtemel tek adamın oğlu olarak müthiş bir hayat yaşadı. Ömrü bu ülkeye katkıda bulunmakla geçti. Bodrum'daki kaptanından, aynı zamanda orada eli ayağı olan kişiden dinledim. Tekir balığını sıyırıp kılçığıyla yiyen, 1500 metrenin son turuna girmeden önce Süreyya Ayhan'ın yanlış atağı nedeniyle kaybedeceğini haykıran, deniz ve güneşine aşıktı Türkiye'nin. Bodrum'dan gelen toprağı attılar mezarına o entellektüelin... O, babasından devam ettirerek 70 yıl, Türklerin sadece fes giyen insanlar olmadığının kanıtı olarak dolaştı dünyanın merkezinde. O, bizi çok iyi anladı... Ama biz onu yeteri kadar anlayamadık... Hasan Kabze G.Saray kime gitse hep aynı cevabı alıyor: "Ver Hasan Kabze'yi, verelim size onu..." Wederson için, Mehmet Topuz için, kime göz diktiyse Kabze'yi istiyorlar G.Saray'dan. Yanında birkaç genç oyuncu veya biraz para vererek, Hasan Kabze'yi ligin "oynayan" birçok oyuncusu ile değiştirebilirsiniz. "Oynamayan" birini herkes istiyor "oynayan" birini vererek!.. Yahu bu nedir Allah aşkına?.. Ya tüm hocalar ya da bu teknik heyet anlamıyor oyuncudan... Daha mesela bir "Necati" isteyene rastlamadım. > "Düşmanının gücünü hiçbir zaman küçümseme!.. Düşmanın azlığına hiç aldanma!.. Nice akrep vardır ki, küçük olmasına rağmen kendinden büyük yılanları öldürmüştür. (Necip Fazıl Kısakürek)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.