Türkiye'ye geldiğinden beri herkes tutturdu ki, "Del Bosque bir babadır" diye.. "Beyefendi" unvanını omuzuna astılar. Aksini ben de inkâr etmiyorum, herkes de kabulleniyor zaten. "Bi torba bıyık, etli bir surat ve yağlı bir gövde..." Adam, "geri dönmüş bir Hulusi Kentmen" sanki... Sanırsınız ki, sinemanın fabrikatör babası, oğluna düzgün kız arayan bir baba, ya da örnek ve babacan bir polis şefi. Hulusi Kentmen üç kuruşa 90 dakikalık filmler çevirdi ve gitti tarihteki yerini alarak. İspanyol beyefendi ise milyonlarca euoroya 90 dakikalık filmler çeviriyor ve gitmiyor tarihteki yerini alarak... Bana ne beyefendi ise! Bana ne bundan?.. Allah aşkına söyleyin; kızına dünür arayan birisi, Vicente del Bosque'den daha iyisini bulabilir mi? Ama konu kıza dünür aramak değil, Beşiktaş'ın başarması, asla yarışmacı bir hoca olmayan Del Bosque'nin futbol felsefesidir. Beyefendiler, masayı terk etmesini bilenlerdir. Demek ki, Del Bosque asla bir beyefendi değildir. Olsa olsa gerçek ve çıplak bir yüzsüzdür. Hatta daha ileri gidiyorum. Yüzsüz bir İspanyol köylüsüdür. Real Madrid'de geçen 35 yılını kariyer sanıyor. Aslında meseleye bu taraftan bakarsanız, 35 yıldır hiç bir takıma çağrılmamış, ilk denemesinde de Beşiktaş'ı yerle bir etmekten öteye hiçbir işe yaramamış, boğa güreşi arenalarının kumlarını düzeltmekten öteye hiçbir hüneri olmayan bir adamdır. Onlarca hata, abuk - subuk kadro seçimleri, acayip eşleşmeler ve oyuncu değişiklikleri, en çok gerektiği zamanlarda oynanan forvetsiz oyunlar hep onun eseridir. Bırakın her şeyi bir yana, sadece Liege maçının 50-70 dakikaları arası ve Parma'daki 10-30 dakikaları arasındaki 20 dakikalar bile yetersizliğinin kanıtlanmasına yeterdi. Sizlerle aynı fikirdeyim. Nevzat Demir büyük ayıp etti, Del Bosque'yi "Yeniköy kasabına benzetirken..." Ama Del Bosque'ye değil... "Yeniköylü kasaplara" büyük ayıp etti... Çünkü herhangi bir, "Yeniköy kasabı" bile Beşiktaş'ı ligde ilk üçe sokar, UEFA'ya kadar da götürürdü. Hatta bu iş hocasız bile olurdu. Del Bosque ile geleceği hâyâl etmek, geleceği kurmak olamaz. Aslında Beşiktaş'ın sınavında seçenekler belliydi. Eldeki mevcut durum, "Hoca - futbolcu - yönetim" üçleminden denklemler kurmakla ilgili. a) Yönetim + Futbolcu: Hoca gitsin b) Futbolcu + Hoca: Yönetim gitsin c) Hoca + Yönetim: Futbolcu gitsin İşte size üç şık.. A şıkkı, olabilecek en doğru formül. B şıkkı, parayı verenden düdüğü almak gibidir, olmaz. C şıkkı, en büyük yanlıştır ama Beşiktaş maalesef onu yapmak üzere. Beşiktaş'ın çaresi galiba burada yazılmayan D şıkkı oluyor. Yani, "Hiçbiri".. Aslında A şıkkı bu takımın ligin zirvesine çıkmak için tek kolay yol, ama onu da engelleyen bir gerçek var. Ya para kalmadı, ya da Avrupa Birliği'nde bize oy veren İspanyollar'a şirin görünmek için baskı var. Şimdi rüzgâr daha beter karşıdan esiyor. Yiğidin bağrına esiyor ve yakıyor genzini ve göğsünü.. Yiğit eriyor.. Çareyi yine "Yeniköylü kasaplar" bulacak.. Direnin... Örgütlenin... Ayaklanın... Sizi Del Bosque'ye benzetti Nevzat Demir... Del Bosque'ye yürümek ve karşısına çıkmak, Nevzat Demir'i de kınamak, toplumsal bir görevinizdir artık!!! Hesap hataları!.. G.Saray, F.Bahçe maçında olası bir ceza durumuna savunma vermeyerek tepki koyuyor. Bilerek geciktirdiler ve savunmayı bugüne bıraktılar. Amaçları bu akşam yapılacak olan toplantıda ceza çıkmasın diye. Yani eğer bir saha kapatma gelecekse, Karabük maçını içeride oynayıp, ligin ikinci yarısının ikinci maçı olan G.Antep maçını dışarıda oynamak zorunda kalacaklar. Bu bir strateji hatasıdır. Karabük maçını dışarıda oynayıp, Antep maçını içeri taşıyabilirlerdi. Ama Futbol Federasyonu biraz yürekli olsa, hem F.Bahçe'yi, hem de G.Saray'ı birer maç dışarıda veya seyircisiz oynatmak durumunda bırakabilse, G.Saray'ın iş bilmez yönetimi bu işten en az zararla çıkardı. Maalesef bu şansı bazı "Çok bilen" isimler takımın aleyhine çevirdi. Ayrıca takımını deplasmana bile götüremeyen bir yönetim şampiyon olamaz. Şampiyonluk topuyla, tüfeğiyle ve koca bir sektörü harekete geçirerek elde edilebilir. Bunun için "Taraftar - masa üstünlüğü - medya oluşumu - kamuoyu rızası - iyi oynamak" gibi bir çok sosyolojik ve bir tek neden gerekmektedir. Hepsi birleşirse şampiyon olunur. Taraftar pek maçlara enterese değil. Bu konuda üstünlük F.Bahçe'de. Masa üstünlüğü de kesinlikle F.Bahçe'de. Medya oluşumu kıyaslanamayacak kadar F.Bahçe'nin yanında. Onun itici gücü hatta... Kamuoyu rızası yukarıdakilere bağlıdır ve G.Saray için pek oluşacak gibi değil. İyi oynamak G.saray için pek "Sık rastlanan" bir durum asla olamıyor. Bir de üstüne idmandan havaalanına gelen sahipsiz takım koltuklarda uyumak zorunda kalıyorsa, havaalanına yönetici çağrılıp, "Bu takımı ne olur Denizli'ye götürün" diye yalvarılıyorsa, kimse şampiyonluğu hâyâl etmesin. Özellikle Ergun Gürsoy şunu çok iyi bilir: Şampiyon olacak takım daha havaalanına girdiğinde ve maç oynayacağı şehire indiğinde kıyafeti, görüntüsü, kendinden emin tavırları ve taktığı güneş gözlüğü ile bile herkesi ürkütür ve ezer. Sayın Fatih Gökşen'in denediği, "Dört maçtır aynı kıyafeti giymek" gibi bir uğurla, ya da büyüyle bu iş olmaz. Sayın Gökşen'in aynı gömleği dört haftadır giymek yerine, önce takımını deplasmana sağlıklı olarak götürmesi gerekirdi. Yönetim takımın yanında olduğunu göstermek için özel uçakla Denizli'ye gitti. Futbolcular tarifeli uçakla gidemedi en kritik haftada özellikle. Bu lig, büyük maç kazananların değil, küçük maçları daha çok kazananların ligi olmuştur. G.Saray da parasızlıktan her büyük maçın ardından bir sürü küçük maç kaybetmektedir. Öztürk Pekin! Adam eski neslin hâlâ maç anlatabilen çok iyi bir dinamiği. Ara sıra maç veriyorlar ama bilgi ve temposuyla bu işi doğru yaptığını hep gösteriyor. Bir kere yalandan bağırmamak gibi fundamental bir eğitimi mikrofonlara yansıtıyor. Ayrıca Denizli maçında trafik kazasında kaybedilen Doğan Seyfi'yi anarken sesinin titremesi, Samsun yolunda bir trafik kazasında kaybettiği kardeşinin acısındandır. Hayat, biriktirmektir... Canlı yayın ise biriktirdiklerini yansıtmaktır... İşte o nedenle değerli dostumun sesi kırıldı ve beni çok etkiledi. Dört köşe kutunun esirleri! Televizyonun yeni eğilimi, normal ve sıradan insanları alıp dört köşe bir kutuya sokmak ve bunu pek televizyonda konuşma imkânı bulamayan insanlara seyrettirmek. Çıldırmış ve azgın insanlar olarak toplum içine bu sıradan insanları salmanın yeni adı da, "Semra Hanım'ın serüvenleri" adlı "garabet-ül muazzam" adındaki bir program oldu. Toplumsal örgütlenme programı oldu. Kendimizi toplumun içine salınan bu kımıl zararlılarından ve onları toplumun içine salan bağırsak kurdu yapımcılardan nasıl koruyacağız? Televizyona artık bakılıyor. Ama seyredilmiyor. Bakma ile seyretme arasında anlama farkı vardır. Anlama merkezlerini harekete geçirmeyen, bu merkezi işletmeyen, hatta asla zorlamayan niyetler üzerine programlanmış bir kutuya bakan halkımız Aziz Nesin'i haklı çıkmak durumunda bırakmadı mı?