İki ceketi yere bırakırsınız.. Bir süt kutusu veya kola kutusu ile bile oynayabilirsiniz.. Bütün amaç camdan bakan bir kaç mahalleliye kendinizi beğendirmek olmuştur ilk oynandığından bu yana.. İki mahalle birbiriyle oynamaya başladığından bu yana da kazanmak duygusu öne geçmiştir bu "aldatmacalar" oyununda.. Hata hep vardır.. "En az hata yapanın kazandığı bir oyun" olarak algılanmasının hep önüne geçilmiştir. Ne zaman ki Televizyon ile Futbol 1954 yılında evlenmiştir; işte o zaman kirlenmeye başlamıştır bu oyun. Ardından Joao Havelange Güney Amerika'da bir havaalanına indiğinde kendisine uzatılan bir mikrofona şu lafı etmiştir, işte orada bitmiştir futbol: "Ben buraya futbol adlı bir ürünü pazarlamaya geldim." Temelinde dostluklar yatan rekabetler o andan itibaren "en keskin" düşmanlıklara dönüşmüş, oyuncağımız bıçakla patlatılmış, tere kan karışmış, savunmaların arasından kemik sesleri yükselmeye başlamış, sevimli ve masum oyunun kafasına tek el ateş edilmiştir. ÖTÜCÜ KUŞLAR GİBİ... 1900'lü yıllar yeni başlamış... Bugünün Dereağzı o zamanın en güzel koyudur. Derede kayıklar yüzer, derenin denize kavuştuğu noktanın az açığında ise lüfer kucağınıza atlarmış yüzerken... Bülbüllerin en güzel öttüğü yermiş orası... O nedenle geceden tüm kuşbazlar, bir örtü ile örttükleri kafeslerindeki kanaryaları oraya getirir, çilingir sofrasını kurar, sabahın ilk ışıklarını beklermiş. Gün çatladığında ise herkes susar, kafeslerin örtüleri açılır ve bülbüller dinletilirmiş kanaryalara... Kanaryalar bülbül ötüşü öğrensin diye... Oysa esas amaç; toplanma yasağı nedeniyle ülkenin gençlerinin buluşup, ülkelerinin sorunlarını tartışmalarıymış. Kafeslerin çoğunda ise asla ötmeyecek serçe ve sığırcık bile bulunurmuş. "Bir kuş bul ve gel toplantıya" mantığı... PAPAZIN ÇAYIRI İlk transfer; sözleşme nedir bilinmediği için, 1914 yılında bir İspanyol kaleci ile yelekli bir takım elbise ve kurmalı bir Nacar kol saati karşılığında yapıldığında, futbol çok temizdi.. Kuşlarına ötme öğretme bahanesiyle toplanan o gençler ise, o tarihten çoook önce, gün ağardıktan sonra enerjilerini toprağa vermek isterlermiş. Hemen 50 metre ilerdeki Papazın Çayırı denilen eğri büğrü ve yarı toprak alana yürür, soyunur, atlet ve donla, ortaya atılan bir topun peşinde koşmaya başlarlarmış. İlk zamanlar kaleler iki iri taştan, top ise üfleyerek şişirilen siboplu bir meşin... Sonraları iki yamuk ince ağaç dalı saplanmış toprağa da birer kaleleri olmuş... Yere düşeni kaldırırmış rakibi o zamanlar.. Kenarda seyreden birkaç "ağır abi" ise "bak şu Zeki efendiye, ne kadar da kudretli vuruyor topa" diye tarihin ilk yorumlarını yapar olmuşlar. Onlarca yıl beklemişler kenardaki 25-30 kişinin en fazladan "hakeme gözlüüüüük" diye bağırması için... Sonra orada Manol doğmuş rakip tribünlere şeker atan... Ardından Karıncaezmez doğmuş... Ne Ultraaslan varmış ne de antu.com.. Sulhi Garan hem hakemmiş hem de maç spikeri... Yaaa... İĞFAL EDİLEN MEZUNİYET TÖRENİ Kazanmak için "her yolu mübah" sayanların tavrı nedeniyle "Türk futbolunun mezuniyet gecesi" karanlıklara gömüldü. Amaç o stadın ortasında kalkan bir kupanın t-shirtlere basılıp en az 10 yıl satılacak fotoğrafını vermemekti. Siz hiç, kep giyme töreninin mezuniyet gününden sonra yapıldığını veya keplerin dar koridorlarda verildiğini gördünüz mü? Kuşbazları ve papazın çayırını değil, kandırmacalardan oluşan tarihi ve sadece rakibini yenebilmekle sınırlı başarıları anlatarak genleriyle oynadıkları taraftar kitlelerinin öfkesine kurban edildiler şimdi... Kendi büyüttükleri canavar onları yedi o gece.. Asalet ve dostluktan başlayan rekabeti "amansız bir düşmanlıkla" beslemekten çekinmedikleri için bedel ödemekteler şimdi.. Benzin istasyonunun önünde araba yakan kör cahil zihniyetten hesap soracaktır 105 yıl önce oraya bir kafes kapıp gelen kuşbazların ruhu... Hesabı; Papazın Çayırında buluşan ve "her takımın taraftarı olup birlikte oynayabilen" o gençlerin ruhu soracaktır.