Maçın "dramatik" kurgusu beni daha fazla ilgilendiriyordu. Fatih Terim, G.Saray'ın başına dönüyor ama ilk lig maçına onu kahreden Olimpiyat Stadı'nda çıkıyor. Zamanında alt yapısını emanet ettiği Abdullah Hoca ile rakip... Maç öncesi birlikte tarih yazdığı Arif Erdem ile kucaklaşıyor.. Maç ise; her zamanki gibi seri adamlarının çabuk çıkışına ve "şok pres" anlayışına sığınarak "sinsilik" üzerine kurulu ama takım halinde düşünen son derece tehlikeli bir ev sahibi rakip ile "donanımı harika" görünen bir misafirin mücadelesi şeklinde akıp gitti uzun süre. Daha "takım olarak düşünebilen" İstanbul BB, Muslera'nın da "pes" dediği bir atakta da golü yazıverdi. İlk yarı boyunca kanatları olmadan uçmaya çalışan bir kuş gibiydi G.Saray... G.Saray ortada sıkışmadı aslında, rakibi onu ortaya sıkıştırdı!.. İkinci yarıda "nafile çabalar" ile "yılların alışkanlığı" boğuştu uzun süre. Son yarım saat riske girerek gol arayan G.Saray'ın "tehlike konisine" topu götürdüğü süratte adam götüremediğini gördük. Yalandan oynayan Kazım'a boş alan bırakmayan ve asla şut şansı tanımayan oyun tarzıyla Belediye takımı, "daha takım gibi" oynayarak maçı ve üç puanı hak etti. Bu maçtan çıkaracağımız iki öğreti var: Birincisi... Demek ki; bu tür agresif ve çok koşan takımlara karşı hafta içinde "milli takımda yıpranmış" oyuncu sayısını azaltmak gerekiyormuş... İkincisi ise... Değişmeyen tek gerçeğin G.Saray taraftarının oyunla hiç ilgisi olmadığı, tamamen kendi şamatalarıyla ilgilendikleri gerçeğidir... MUSLERA'YA BORÇLU Benim dikkatimi çeken henüz hızlanamamış bir G.Saray'ın bu tür bir maçı bile "kalecisine borçlu" olmasıdır. Sezonun %80'ini kontratak oynayacak rakiplere karşı bu "yalancı baskı" iş yapamaz...