Maç, başlama vuruşu yapılana kadar en adil değerlendirmeyle dengesiz bir mücadele olacağını açıkça ortaya koyuyordu. Bir tarafta aynı zamanda varlıklı bir işadamı olan, eğitimli bir üniversite profesörü, karşısında da bir primat... İkisinin arasındaki fikir savaşını tabii ki, "bilge" olanın kazanması bekleniyordu. Ancak, başlama vuruşundan sonra sahadaki 15 primatın birbirleriyle dövüşür gibi oynadıklarını gördük. F.Bahçe'deki primat sayısı, Elazığspor'dan az değildi. İstiklal Marşı için dizildiklerinde havaya kalkacak her topun F.Bahçe'nin başarı hanesine yazacağı açıkça görülüyordu. Elazığspor ise "garip kuşu Allah korur" diye bir lâfın malzemesi olmaya hiç de niyetli değildi. Maç boyunca sahaya cevvaliyetinin yanı sıra ciğerlerini de döken Elazığspor, F.Bahçe'nin yeteneklerine genelde üstün geldi. Kaleyi döven Pierre, König'e her köşeden zar attı, ama bir türlü düşeşi bulamadı. Tam saha ve korakor oynayan Elazığspor, sahada daha kişilikli bir mücadele sergilerken Nobre - Van Hooijdonk işbirliği ve önlerde, "bol arazi" bularak oynayan Tuncay'a yaslandı kaldı. F.Bahçe'nin oyun felsefesi "nasılsa bulurum" ilkelliğinden öteye geçmedi. Sadece Tuncay'ın ayağının "cici" tarafına gelen bir top, maçın düğümünü çözdü. Aslında düğüm maçta değil, maçın hakemindeydi. Zafer Önder İpek, kuralların değil, Yavuz'un emrettiklerini uyguladı ve kurgulu ligin hizmetkârı olduğunu gösterdi. Herşey bir yana, ilk yarıya neden 3 dakika ekleyip, bir gol sığdırdığını, ikinci yarıya da niye 3 dakika ekleyip, 2.5'ta bitirdiğini kimse anlamadı. Garip Elazığ yanmış, sahası kapatılmış ama kimin umurunda!.. Primatlar savaşını, primatlar yönetmiyor mu zaten.