Beceremediğimiz şeylerden biridir, "bittikten sonra yenisine bakmak." Bir kahvehanede oturan bir ademin bile bir radyoya mesaj atıp "şu kadroyu verin Fatih'e, bugün bunu çıkarsın" diyecek kadar bilgiye hürmet etmemekte de üstümüze yoktur. İsviçre'nin üstüne muhteşem bir gece daha yaşatır ve Çekler'i de harcarız, üstüne Platini bile hayran kalır, hatta otoriteler dilini ısırır ama "yorumcu" umumiyesine ve bir kahve köşesindeki potansiyel teknik direktöre yine de beğendiremeyiz. Bir düdük çalar ve maç biter... İsveç'e yenilen Yunan, veya İspanya'nın 4'lediği Rus veya parçalanmış Fransız, maçı orada bitirir. Forma değişir, rakibiyle savaştan çıkmıştır ama başını öne eğmeden ilişkilerini geliştirmeye devam eder. Biz; bitiş düdüğünden bir saniye sonrasında "hakkında neler yazılıp söyleneceğini düşünen" genç erkeklerin dramlarını izlemeye başlarız. Maç oynanırken sadece hakem, maç bittikten sonra ise herkes haklıdır. Bitmiş maçın ardından kötü bir sonuç olasılığında "aslında kimin oynaması" gerektiği konusunda ahkam kesmekte üstümüze yoktur. Artık kendi derdimize düşmüş, o düdüğün bir saniye sonrasında yapabileceğimiz iki şeyi kovalamaya başlamış buluruz kendimizi. Ya saha kenarında "üçlü" çekeriz, ya da "kimlerin ipe çekildiğini" düşünüp kahrolmaya başlarız. Son düdük çalar ve maç bitmez bizde... Bizde hayat başlar son düdükten sonra... Bir maçı kaybetmiş olmak ne ülke onurunu zedeler ne de millete bir zarar verir... Tıpkı kazanmanın "fetihler" yapmak anlamına gelmediği gibi. Ne sırtımıza alalım, ne de hesap soralım. Böyle bir hakkımız yok çünkü. Portekiz'e yenildiğimizde Yozgat veya Batman'da bir vatandaş küçük düşmüş olmadı; tıpkı İsviçre'yi yendiğimizde, üstüne Çekler'i katladığımızda, Kars'taki bir kahvede oturan insanımızın "sonsuz schengen" vizesi almış olmayacağı gibi... İsviçre rezil oldu, elendi gitti, tarihe geçti ve en büyük hedefi olan Türkiye'ye kaybetti. Kimse hocaları Kuhn'un bu işi bilmediğini yazmıyor ama... Çek gibi bir takımı rezil ettik ama Karol Bruckner ipe çekilmediği gibi, bilgisi de sorgulanmadı. Diğer maçların son düdükten sonraki saniyelerine baktığınızda aradaki farkı hemen bulursunuz. Böyle bir şovun, böylesine "çok ciddi bir eğlencenin", orada olmanın bile ne kadar önemli olduğunun bilincinde olan insanların fotoğraflarını görürsünüz. Oysa bizimkiler, o maçın öncesinde "yorumcu dürtüleriyle" ihtiraslarını kendileri ve hocalarının üstüne kusmuş insanların öfkesiyle maça çıktıklarından dolayı, son düdüğün bir saniye sonrasında "over dose" durumlara düşerler. DİRSEĞİNİZİ ÖPEMEZSİNİZ! Köşemi besleyen Nilay Aktepe Küçükşahin gönderdi bu yorumu. Şimdi; bu ara başlığı okuyan herkesin dirseğini öpmeyi denediğini ve öpemediğini fark ettiğini görür gibiyim... Ben de denedim... İşte anlatmak istediğim de tam buydu... "Bitmiş maçın davası olmaz" demiyorum ama bu davayı "en iyi ben bilirim" tavrıyla ve o insan grubunun "özlük haklarına" saldırarak yapmak, ahlaksızlık sayılmaz mı? Milli gençler tepki koyup röportaj tekliflerine boş boş bakarken, idman çıkışı muhabir kardeşlerimi saydam hale getirip görmezden gelirken, aslında onların üzerinden hayatında hiç maça gitmemiş genç "iddaa yorumcularını" dövüyor. "Bize düşmanca davranıyorlar" diye onları suçlayacağınıza "Emre'den beyini bırak dalak bile olmaz" diyen, "Fatih Terim bu işi bilmiyor" diyen, "şu futbolcuyu gönderin gitsin" diyen ve sizin aldığınızın en az 50 mislini alan "reklamları hariç" yorumcularınıza dönün ve "yeter ama sizin yüzünüzden biz işimizi yapamıyoruz" deyin... Ya da eğlenin ve coşun; sizi Avrupa'nın en iyi sekiz takımından birinin yorumcuları yapan bu takımla... Tadını çıkarmaya çalışın... Yoksa dirseğinizi öpemediğinizi birisi söyleyince fark edersiniz... Kaybedince özlük haklarına düzenli saldırı düzenleyenlerden ben bıktım. Kaybedince bilgilerini, yeteneklerini, seçimlerini ve kapasitelerini sorgulayın... Kazanınca buna cevap verenlere ise "teknik analiz yapın, bırakın bunları" deyin... Kaybedince niye teknik analiz yapmıyor da hocaları başka olmak üzere bu çocukları küçümseyip hakaret edebiliyorsunuz? O vakit, kazandıklarında da sizi küçük görmelerine ve yok farz etmelerine tahammül edeceksiniz.. Her maçı "kader ve final" maçı havasına getirenler hesabını vermeliler, dünyanın en basit eğlencesi olan bu oyunun bitiş düdüğünden bir saniye sonrasında. Yoksa öpün bakalım dirseğinizi, öpebiliyor musunuz! >> S-ÖZ "Düşmandan öğüt kabul etmek hatadır, ama düşmanı dinlemek yerinde olur. Böylelikle o işin tersini yaparsın, bu da doğrunun ta kendisi olur." (Bir Fatih Terim Atasözü) >> POST-İT Kutumuza gittik İsviçre maçının ikinci yarısında ve Çek maçının kadro ve oyun modeliyle aslında biz "kutumuza gittik." Çünkü Hamdi Beyin vereceğiyle yetinemezdik. Kutumuza gittik ve... İyi ki gitmişiz. Kutumuz 5 YTL çıksaydı... O kutunun sorunu olurdu... >> 2006'ya geç gittik! Biz Basel'de İsviçre'yi yendiğimiz gece aslında 4 gol atıp 4 gol yediğimiz ve iki hakem marifetiyle gidemediğimiz 2006 Dünya Kupası'na gittik. Gittik ve bir de baktık ki, kupa çoktan oynanmış. İtalya kazanmış meğer... Bunun keyfi bile bana yeter... >> EURO2008'in felsefesi Beni fikir ve yazı desteğiyle güçlendiren "araştırmacı okurum" Nilay Aktepe Küçükşahin göndermiş. Aynen alıyorum. 2008'in her yerine uygulayabilirsiniz: Hayat kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir. Kendin için neler hissettiğindir. Güven, mutluluk, şefkattir. Arkadaşlarına destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır. Hayat; kıskançlığı yenmek, önemsemeyi öğrenmek ve güven geliştirmektir. Ne dediğin ve ne demek istediğindir. İnsanların sahip olduklarını değil, kendilerini olduğu gibi görmektir. Her şeyden önemlisi, hayatı, başkalarının hayatını olumlu yönde etkilemek için kullanmayı seçmektir. İşte hayat bu seçimlerden ibarettir. İnsanların en acizi dost edinemeyen, ondan daha acizi ise dost kaybedendir. Orhan Pamuk'un adına bir sokağı bırakın bir "çıkmazı" bile yok. Ama Nuri Bilge Ceylan'ın adına bir caddesi çoktan oldu bile... Yurdum insanı işini bilir...