Suçluyu affeden kendini mahkum eder

A -
A +

>>> ÜMİTA boşluk yorumunu yaz Turkcell, Telsim, Avea 2866'ya gönder (4 SMS/ 8 Kontör) ---------- Karşısındakiler hiçbir zaman "bir" olmadı. Hiçbir zaman da "birlik" olamadılar. "Bir" ile başa çıkamazken, yaptığı her şeyin "bin" tarafından kabul görmesini bekledi onlar. Bütün "Biz" onun karşısında oldu hep. Garibimin bir tek düdüğü var elinde. Cebine de sokuşturulmuş iki kartı. Standart bir orta saha oyuncusundan çok koşar. Sadece o, "ben"dir bu oyunda... Adaleti "kendine göre" verme yetkisi sadece ondadır... ---------- Dışardan bakıldığında "keyfi" davranabilen tek kişidir topun peşinde. Ancak; o kader kurbanının içine girdiğinizde, prangaları ile koşmak zorunda olduğunu görürsünüz. Oyundan zevk alması beklenmeyen tek kişidir maçın hakemi. O gün, o eğlenemez... Onunla eğlenilir ancak... Bir futbol hakeminin saha içine girmesine 1891 yılında izin verildi. O güne kadar saha kenarında koşarlardı. 1880 yılında eline kronometre verilen hakem, 1891 yılında düdükle silahlandırıldı. Aynı yılda kale önündeki katliamları önlemek amacıyla penaltı cezası verme yetkisi tanındı ona. Kalenin önü mezbahadan akan kanlarla kızarıyor, kan kokuyordu. Onun ise penaltı noktası bile yoktu ve "yaklaşık 12 adım" atarak endazesini çıkarabiliyordu cezanın. Hakem, kanaatine göre yönettiği maçın çizgilerine 1890 yılında kavuştu. 1970 yılında cebine iki ayrı renkte iki kart koydular ve bunları ilk kez 70 Dünya Kupası'nın açılış maçında göstermesine izin verdiler. Ne büyük bir özgürlüktü bu... Ayrıca değişiklik sayısına ilk sınırlamada o kupada ve "Meksika"da kullanıldı. Hakem güçlendirilmiş ve yetkilerle donatılmıştı. Oyuna girmek ve çıkmak bile onun izniyle olabiliyordu artık... Ama o, yinede 25-30 güçlü ve uğruna ölünebilecek kadar sevilen adam ile, herhangi bir ekrana konuşmak istemesi bile yeterli olan demeç salvoları ile, ücretli, tetikçi, "bilgisi olmayıp da fikri çok olan" spor yazarları ile, spor hakkında "ağzına geleni yazanların" doldurduğu metrekarelerce sayfa ve dakikalarca yayın ile boğuşmak zorundaydı. Oysa onun yüzyıl öncede iki gözü vardı, şimdi de... Ayrıca bir de şimdi 24 kameranın zoom yeteneği ve kendine yontan görüntü avcılığıyla da başa çıkmak zorundaydı... İki gözü bir düdüğü ve de iki kartından başka hiçbir şeyi yoktu ve olamadı... "Ölmeye geldik" diyerek stada gelenlere bir tiyatro oyuncusu asaletiyle ve zarafetiyle yaklaşmak zorunda bırakıldı hep. Hep ondan beklendi efendilik... Oyuncuların arasında doyumsuz koşular atar, asla dinlenemez ve bunun karşılığında alabildiği tek onur, halkın uluyarak onun kellesini istemesinden ibarettir.. Futbolun tek ortak noktası, o maçın hakemidir... Seyredenlerin tek ortak noktası ise "ondan nefret etmeleri" olur... Hiç alkışlanmamıştır... Hep ıslıklanmıştır... "Adalet gözü ile değil yüreği ile hüküm verenlerde" daha keskin olur. Ama hakemin yüreğini işe karıştırmasını hiç istemeyiz. 1960'ların sonunda Quito kentinde Aucas takımının maçı vardı. Maç başlamadan önce hakemin maçtan bir gece önce ölen annesi için 1 dakikalık saygı duruşu yapıldı. Çıt çıkarmayan seyirci uzun bir süre hakemi hiç tartışmadı. O malum kelime hiç kullanılmadı. Hakemin büyük acısına rağmen aralarında bulunmasını takdir eder gibiydiler. Son çeyrekte bir kararı beğenmediler ve bütün stadı tek bir sloganla ayağa kalkmış bulduk... Sabırları orada bitmişti ve tek bir ses çıkıyordu binlerce güney Amerikalıdan: "Öksüz iğne... Öksüz iğne..." >>> POST-İT İkinci yarıya en hazır iki takım, en tepedeki F.Bahçe ile en alttaki Kayseri Erciyesspor'dur. Biri dolu dolu futbol oynayıp gerekirse her türlü kavgaya hazır, diğeri ise Lorant'dan kurtulmuş, doğru hocayı bulmuş ve "asılacaksam Türk sicimi ile asılayım" demiştir. Ligin altı üstüne gelecektir! (Ümit Aktan) >>> Para adamı köle eder Sert ticaretin acımasızlığı dışına çıkmadan da, futbol gibi insan malzemesine dayalı bir sektörde, uyuşturucu ticareti veya uranyum sahibi olmaktan bile daha fazla ve daha kolay kazandıran bu sektörde haksız kazanç ve kolay yoldan başarı isteğinin hiç eksilmediğini fark edersiniz... Makyavelistlerin dünyasıdır orası. Gayelerine ulaşmak için her yol meşrudur onlar için... Sığındıkları şey ise; "Yüzde yüzden fala kazanç bir şekilde elde edilebilir ama yüzde yüzden fazlasını kaybetmek imkansızdır!" "Kötü geçen 1 dakika yaşanmamış 60 saniyedir" matematiği ve sistematiğinden bihaberdirler... "Susamadan önce kuyuyu kaz" dogmasını hiç bilmezler... "Karanlıktan önce bir mum yak..." hiç bilmedikleri pragmatik bir yaklaşımdır. "Aya yükselmeyi hedefle ki; ulaşamazsan bile yıldızlara yakın bir yerin olur" düşüncesi onlarda yoktur... Satılmışlardır... Doğru, onlara emredilendir... Çünkü onlar, "ufak işler için kendini büyük gören, ve bu nedenle büyük işler için çok küçük olanlardır." Onlar, spor dünyasına ucundan tutunup bu ülkeye kötülük edenlerdir. >>> Düşman, taş atan değil, taş attırandır... Onun adı G.Saray... Onun adı da G.Saray Spor Kulübü Başkanı Sayın Özhan Canaydın... Kendi çekirdeğinden doğmuş, tamamen ilkelerine hizmet giydiren Tunç Üner'i, veya çok zor bulunabilen bir Bülent Tulun'u, hatta bu camia için bir nimet sayılması gereken Turgay Kıran'ı yok edebilen bir başkandır Sayın Canaydın... İktidar ile dansa kalkıp, olmaz olası bir Seyrantepe projesi için el etek öpebilen bir başkandır. Kendisi okulludur. Ve okul kimliğini ayaklar altına alabilmiştir iktidar dansında ayağına basan siyasetçiler nedeniyle... Arkadaşlar... Bu kulüp gerekirse arsada oynar, tribünsüz oynar, ama asla vazgeçemeyeceği ilkelerini kurda kuşa yem etmez. F.Bahçe Başkanı Sayın Aziz Yıldırım ile dansa kalkmaz. Federasyon Başkanı'nı bir stat için asla satmaz... Bu ilkeleri koruyanları ise kimselere yedirmez... Sadece G.Saray Kulübü; tek bir grubu olan bir camiadır: "Liseliler..." Liselilerden yardım alıp, liselileri liseli olmayanlara yedirmek ise Özhan Canaydın'a nasip oluyor... Sayın Başkan, benden duymuş olma... "Okul ayağa kalkıyor..." Ona göre... >>> S-ÖZ "İlim meclisine girdim, kıldım talep. İlim ta gerilerde kaldı, illa edep illa edep..." (Ziya Paşa) >>> Cevabın hazırı Eğitim sistemi üzerine birkaç küçük anekdot düştü elime. İşin ilginç yanı, aşağıda okuyacaklarınızın hepsi somut delillere dayanıyor ve hepsi de gerçek... Suç eğitende mi, eğitilende mi?.. Boğaziçi Üniversitesi'nde bir işletme hocası, "yazılıda risk nedir? diye sorar. Öğrencinin biri de boş kağıt verip üstüne de "risk budur" yazar. Bir felsefe hocası 100 puanlık tek soruyu yanındaki sandalyeyi göstererek sorar: "Bana bu sandalyenin var olmadığını kanıtlayın!.." 100 puan alan tek cevap ise şöyledir: "Hangi sandalye?" İlkokul 3. sınıf öğretmeni sorar: "Ormanların faydalarını sayınız." Cevap: "Ormanların faydaları saymakla bitmez." Lise iki sorusu: "Ahmet Haşim'in en ünlü eserlerinin toplandığı eserin adını yazınız. Cevap; "Best of Ahmet Haşim.." Orta son sınıf ve coğrafya dersi. Soru: "Deprem sırasında ortaya çıkan enerjiye ne denir?." Öğretmenin beklediği doğru cevap "depremin magnitüdü" olacaktır. Ancak zeki bir öğrenci "helâl olsun denir" yanıtıyla okulda efsane oluverir. >>> Orduların mızrakları ancak bir kaç metre öteye gider... Oysa eğitim ordusunun mızrakları yüzlerce yıl öteye... (Nizam-ül Mülk)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.