Taraftar yani tribün ahalisinin çok büyük bir kısmı sahaya bakmaz, tabelaya bakar. Onun işi skorboardla ve bir hafta boyuncu baş başa kalacağı puan cetveliyledir. Yaşamının bir bölümünü onu kullanarak kendisine sataşan rakip takımı tutan arkadaşıyla geçecektir...
Hayatla ilgili birçok sorunu bulunan bir tribün mensubu, takımının kazanması halinde her türlü sorununu hallettiğini düşünür. Halledilmeyip ertelendiğini ise görmezden gelir...
Takımı kaybettiğinde ise kayıp bir bavul gibidir havaalanında. Ya da boş bir yüzme havuzu sonbaharda…
Takımı birinci ise sorunu olmaz, kendisi başkalarına sorun olmakla meşguldür çünkü...
Takımı ikinciliğe düşmüşse birinci olanın kayırıldığını ve kendisine haksızlık yapıldığını düşünmek konusuna yoğunlaşır...
Üçüncülüğe düşerse birilerinin canının yanmasını ister kendisininkinden beter ve başlar birilerini istifaya çağırmaya…
Bu teknik adam olabilir...
Başkan ve yönetimi de olabilir…
Hatta bazı futbolcularının ıslıklanıp yuhalanmasına kadar vardırılabilir…
Eğer umudunu kesmişse ve puan cetvelindeki yerinden dolayı kendisine bulaşanların sayısı çoğaldıysa; o zaman tepkisini vurup kırmaya kadar götürür.
Kendisine İstanbul’daki stadını yasaklarsınız, o gider Antalya’da istifa ister; otobüs taşlar...
Arabalı vapurdan inen oyuncularının bulunduğu otobüsü ele geçirip oyuncularının kafasını kırmaya kadar vardırır işi…
Stat onu kesmiyorsa gider salonda abartılı tepkisini sunar...
KEDERİ KAMYON ARKASI YAZISIDIR ARTIK...
Onun derdi kendine göre çok büyüktür...
‘Kurşun yarasıyla yıkılmayan bedenim, dil yarasıyla bitti sevdiğim...’ gibi bir cümleye sığınan oyuncusunu o hâlâ daha hırpalamaya devam edecektir...
Wolfsburg’un 54 bin ortalamayla küme düştüğü maç, veya Newcastle’ın 60 binin üstünde kombinesiyle küme düşüp aynı sayıda ortalamayla bir alt ligi oynayıp geri dönüşüyle ilgilenmez o...
‘Mağlubiyet son derece motive edicidir. Dibe vurduğunuzda en tepeden başka gidecek yeriniz kalmaz...’ diyen Çinli bilge adam; Sang H.Kim’in sunduğu düşünce biçimi ona çok ters gelir...
Günü yaşamayı sever...
Ona göre; oyuncu maç biter ve gider, oysa kendisi için bir sonraki haftaya kadar, mahallede, iş yerinde, komşusuyla, bir durakta hep yaşayacağı bir şeydir tabelanın sunduğu gerçek…
Puan cetvelindeki yeri hep önüne konacaktır onun...
O; bilgisinin sınırlı olduğunu idrak edemez ama fikrinin sınırsız olduğunu bilir ve cömertçe harcar düşüncelerini…
Onu gönderir bunu alır, hocayı atar, başkanı değiştirip ‘paralı başkan’ gelmesini ister; olmadığında da yıkar ortalığı…
Çünkü onun derdi; maç bittikten sonra yaşayacağı altı günle ilgilidir ve o başlamıştır artık…
Tepki koyabilme şansının en yoğun olduğu yerler futbol statları olduğu için de; gider oralarda haykırır…
Meselemiz; ancak sahada yapılanlardan mutlu olmayı öğrenebildiğinde, tabeladan bağımsız olarak oynanan oyundan tatmin olabildiğinde sorun olmaktan çıkacak bir meseledir...
Öğüt ganidir onda...
Taraftar, ‘koşu mesafesi’ veya ‘isabetli şut’ oranı ile ilgilenmez…
O; topun üç direğin arasından geçip geçmediğiyle ilgilidir...
Kat edilen kilometre sayısı onun işi değildir. Onun işi; tabelada bir fazla gol atıp atmadığıyla ilgilidir...
Çünkü o birinci olamamaktan hep utanır...
İkinci olmaktan gocunur...
Üçüncü olmaktan nefret eder...
Dördüncü ise yakar yıkar ve kırar döker...
Onun kral olduğu yerdir tribündeki bir koltuk ve orada zaman mekân kavramını yitirir...
Haberi yoktur; “konuşacak zamanı bil; krallara öğüt vermek tehlikelerin en büyüğüdür” diyen HERRİCK diye tanıdığımız düşünürden...
S-ÖZ: “Biliyorsan konuş örnek alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar...” Anonim