Memuriyet hayatımın dört yılı Ankara Radyosu'nda geçti; dört yılı da Ankara Televizyonu'nda. Bu sekiz yıl içinde yaşadıklarımı oturup yazabilsem üçyüz sayfalık bir kitap olur. 1964 yılından itibaren Ankara Radyosu ve televziyonu yeni baştan düzenlenirken, özellikle Marksist-Leninist düşünceli kimseler kilit noktalara getirildi. Her iki kurumda da yetki, bu soldan çarklı kafalara verildi. Moskova güdümünde olmayanlardan da eleman alındı; ancak onlar, çok büyük bir dikkatle yayının dışında tutuldu. Radyoda ve Televizyonda hür düşünceye, medenî ve aydın bir inanca kat'iyyen fırsat verilmedi. Şu hazin örnekler, inanıyorum ki sizi de şaşkına çevirecektir: Ankara Radyosu'na 1964 yılında girdim. Bir süre sonra kısa dalga yayınlarında çeşitli programlar yapmaya başladım. Bu programlardan birinin adı: POSTA KUTUSU idi. Yurt dışından gelen mektupları okuyor, inceliyor, onlara cevaplar veriyordum. Posta Kutusu'na bir gün, Almanya'dan bir mektup geldi. İşçilerimizden biri soruyordu, diyordu ki: "Bizim Radyo isimli mâlum kuruluş, Türkiye'nin aldığı dış yardımlara her gün saldırıp duruyor. Bu Bizim Radyoya da ne oluyor? Sömürülüyorsak biz sömürülüyoruz, vatan elden gidiyorsa bizim vatanımız elden gidiyor. Doğu Almanya'dan yayın yapan bu komünist radyoya ne oluyor ki demediğini bırakmıyor. Şimdi burada işçi arkadaşlar arasında büyük bir münakaşa başladı. Bazı arkadaşlar diyorlar ki: "Vakt-i zamanında Rusya da Amerikan yardımı alıp belini doğrultmuştu. Rusya Türkiye'nin güçlenmesini istemediği için aldığımız yardımlara şiddetle karşı çıkıyor. Bir kısım arkadaşlar ise "Hayır diyorlar. Rusya ve Amerika iki ezeli düşmandır. Ne Amerika Rusya'ya yardım yapar; ne de Rusya Amerika'dan yardım ister!" Acaba bu iki görüşten hangisi doğru? Bizi aydınlatır mısınız?" Almanya'da çalışan işçimizin mektubu böyleydi. Açıklanmasını istediği konu önemliydi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yalta'da, Stalin'le Rozvelt arasında bir görüşme olmuş, ABD Sovyet Rusya'ya çok büyük miktarda hem askerî hem de nakdî yardımda bulunmuştu. Ben o yardımın bütün kalemlerini teker teker göstererek bir program metni hazırlamıştım. Ama şaşıracaksınız, verdiğim cevabı, bağlı olduğum daire başkanı beğenmemişti. Metni dikkatle okuduktan sonra, anlatılmaz bir öfkeyle: "- Bu metin yayınlanamaz! demişti. Çünkü siz Sovyet devrimini küçümsüyorsunuz. Yani ABD yardımı yapılmasaydı Sovyet devrimi olmayacak mıydı?" Daire başkanımız Marksizme kul-köle olan bir geri kafaydı. - Benim metnimde îma yoluyla bile olsa böyle bir iddia yok! dedim. Varsa lütfen gösterin o cümleyi hemen çıkaralım! Metinde böyle bir ifade yoktu. Sadece Rusya'ya yapılan ABD yardımı sıralanmıştı. Bu defa yeni bir itirazda bulundu: "- Bu program hükûmetimizin dış politikasına aykırıdır. Yayınlanamaz" - Öyleyse bu kanaatinizi metnin altına yazarak imzalayınız. Ben de onu yayınlamaktan vazgeçeyim! dedim. Yazamadı. Mes'eleyi basına intikal ettireceğimden korktu ve o Marksist, o Sovyet hayranı kafa, beni program yapmaktan men etti. Elimdeki bütün programları aldı. Beni sadece yurt dışından gelen mektupları açmakla vazifelendirdi. Yani ben işçilerimizden gelen mektup zarflarını bir köşesinden keserek açıyor, dörde katlanmış mektup kâğıtlarını düzleyerek üst üste koyuyor sonra onları götürüp bir başka görevlinin masasına bırakıyordum. Kısa dalga yayınlarında çalışan elemanların %95'i iflah olmaz Marksistlerdi. Kendisini herkese: "- Ben dinsiz Ünal Gariboğlu!" diye tanıtan bir kişiye "Din ve Ahlak" programı yaptırılıyordu. Ünal Gariboğlu: "- Muhammet Kur'an'da diyor ki..." diye söze başlayacak kadar münkirdi. Radyodan, 1968 yılı sonunda istifa etmek mecburiyetinde kaldım. Şaban Karataş TRT Genel Müdürü olunca beni yeniden kuruma görevlendirdi. Şaban Karataş, tanıdığım TRT Genel Müdürleri içerisinde mes'elelerimizi ve hal çarelerini çok iyi bilen yürekli, kararlı, çileli tek kişidir. Onun zamanında TV için yeni bir program hazırladım ismi: Anadolu'da Eski Türk Başkentleri İznik, Konya, Söğüt, Bursa, Edirne, İstanbul gibi eski başkentlerimizi işleyen 10 bölümlük dizi, yayına girmek üzereyken Şaban Karataş Genel Müdürlükten ayrıldı. İşbaşına yine solcu kafalar geldi. Televizyonun yeni daire Başkanı olan Yılmaz Dağdeviren, o radyo uygulamasında olduğu gibi davrandı ve beni derhal vazifemden alarak TRT'nin Güniz Sokağı'ndaki misafirhanesinin hem de bodrum katına sürdü. Orası pencereleri yıllarca açık kalan duvarları, toz-toprakla sıvanan pis ve rutubetli bir oda idi. Müsdahdemler, duvarların tozunu-toprağını, hortumla su püskürterek temizlemişlerdi. Solcu kafalar beni o pis, o karanlık bodrum katında tam 2.5 sene oturmaya mahkûm etmişlerdi. Suçum Türkçe ve Türkiye sevdalısı olmamdı. Doğan Kasaroğlu TRT Genel Müdürü olunca, hem o mezbelelikten kurtulmuştum hem de Anadolu'da Eski Türk Başkentleri yayına girmişti. Ve anlatılmayacak kadar büyük bir ilgi görmüştü. Ve işin garibi TRT'den ayrılan Yılmaz Dağdeviren, Konya programı yayınlandığı gece, beni telefonla evimden arayarak vakti zamanında yaptığı kabalıktan dolayı özür dilemişti. Bunları neden yazıyorum? TRT kurumunda o eski, o geri, o karanlık, o çağ dışı, o Atatürk ilke ve inkılâplarını umursamayan soldan çarklı adamlar hâlâ işbaşındadırlar. Ve o malûm kafalar, Kurumdaki çok değerli elemanları (kendi düşüncelerine uygun bulmadıkları için) yerlerinden alarak ilgisiz birimlere sürmeye başlamışlardır. TRT yeniden sola kıvrılmaya, anlatılmaz katılıkların içine girmeye hazırlanmaktadır. Marksizmin iflas ettiği şu 21. yüzyılda, TRT'nin akıl almaz zihniyetini kime şikâyet etmeliyim? TRT'yi, kendi babalarının bostanı gibi düşünenleri önümüzdeki haftalarda da yazmaya devam edeceğim.