Yüksek tahsil için 1955 yılında Ankara'ya gittim. Babamın tavsiyesi üzerine yeni arkadaşlarımı Türk Ocağı toplantılarına katılan emsallerim arasından seçtim. Ocağın düzenlediği toplantılara katılıyordum. Beni çok sarsan bir konferans olduğu için hep aklımdadır: Bir gün, Prof. Dr. Rasim Adasal'ı dinliyordum. Konferansının konusu: "Terbiyeli nesiller yetiştirmek"ti. Daha ilk cümlesiyle beni şaşkına çevirdi: "Terbiyeli nesiller yetiştirebilmek için, önce terbiyeli anneler, babalar yetiştirmeliyiz!" diyerek söze başladı. Yüzüme yumruk yemiş gibi oldum. Kendi kendime "Ne demek terbiyeli anneler, babalar yetiştirmek?" Anneler babalar zaten terbiyelidirler! Bu ne biçim profesör? Bu ne biçim adam? diye günlerce değil, aylarca söylenip durmuştum... Aradan uzun yıllar geçti. Sonra ben okudukça, yüzlerce hâdiseye şahit oldukça, gördüm ki Prof. Rasim Adasal, yüzde yüz doğruyu söylemiştir. Gördüm ki terbiyeli anneler, babalar yetiştirmeden terbiyeli nesiller yetiştirmek imkânsızdır. Önce ben, kendi anamdan babamdan misaller vermeliyim: Anam beş vakit namazında-niyazında bir kadındı. Anam, zaman zaman "sonsuzluk namazı" kılardı. Yani bazı akşam namazlarında onun iplik iplik ağlayarak kıyamda durduğunu, secdelere kapandığını görürdüm. Ama anam, ölünceye kadar Şaman inançları içinde de yaşadı: Ay tutulduğu zaman bana teneke çaldırır, tekkelere türbelere gider mum yakar, hangi çalıda 3-5 parça bez bağlandığını görse, kendisi de oraya bez bağlar, bizi eşiğe oturtmazdı. Ona, bunların Müslümanlıkta yeri olmadığını söylerdim. Tövbe etmemi isterdi. Günâhkâr olduğuma inanırdı. Boynuna sarılarak kendimi affettirirdim. Ankara'dan eve her sömestir tatilinde, bir bavul dolusu kitapla dönerdim. Onları görünce çok, ama çok üzülürdü: -Oğlum derdi onlara verdiğin parayı leblebiye üzüme verip yesen daha iyi olmaz mı senin için? Benim Müslüman anam, kitap okumaktansa, leblebi üzüm alıp yemenin daha faydalı olacağını sanırdı. Babam Sivas'ta Nüfus Müdürüydü. Yakın arkadaşlarının bana söylediklerine göre, bir şehirde müftülük yapacak kadar dinî bilgilere sahipti. Tarihe-edebiyata çok meraklıydı. Ziya Paşanın Terkib-i bendini Tercii bendini baştan sona ezbere okuduğunu bilirim. Babam benimle çok az konuşurdu. Terbiyem bozulmasın diye böyle yapardı. Ben isteklerimi anama söylerdim, anam babama tekrarlardı. Babam cevabını anama söylerdi. Anam da babamdan dinlediklerini gelip bana anlatırdı. Böyle terbiye mi olur? Bir baba evladına bu kadar uzak durmalı mıdır? Babamın terbiye anlayışında dayak birinci plandaydı. Ben çok hassas, çok duygulu, çok içine kapanık, çok gözü yaşlı bir çocuktum. Ama o, en basit sebepler yüzünden, (lise son sınıf öğrencisi olduğum yıllarımda da beni döverdi). Ve ben babamın önünden kaçmayı terbiyesizlik sanırdım. Öfkesi öyle beş on tokatla geçmezdi. Gözümün yaşı, günlerce dinmezdi. Ah! Ah! Ah! Şimdi Doğuda-Güneydoğuda kızını, torununu öldüren canavar ruhlu babaları, dedeleri gördükçe Prof. Adasal'a bin defa hak veriyorum. Çocuklarını öldüren analar babalar canavarlaşan mahlûklardır. Felaketimiz cahil ve canavar ruhlu analarla, babalarla başlıyor...