Yazımızı kaleme aldığımız sıralarda Strasburg'daki Avrupa Parlamentosu, Türkiye'yi konuşuyordu. Avrupalılar'ın biz Türkler'den isteklerinin sonu gelmiyordu. Ama ağırlık, Kıbrıs'dı. Kıbrıs yüzünden Avrupa Birliği üyeliğini kaybedersek, Türkiye'ye yazık olur. Bu geçen hafta büyük bir iş adamımızın söylediği cümledir. Türkiye'den istenenler, üyelik müzakeresine başlamanın gereği olmaktan çok, üyeliği gerçekleşmiş bir devletten istenecek hususlara dönüştü. Öyle ki, 3 Ekim'de Türk heyetinin Lüksemburg'a gidip gitmeyeceği belirsizleşti. Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül, Londra üzerinden Brüksel'e mesaj gönderdi. Yeni şartların kabul edilmeyeceğini bildirdi. Biz 3 Ekim'de müzakereye başlıyacağımız kanaatindeyiz. Ancak bir kısım Avrupalı politikacıların hakkımızda söyledikleri ipe sapa gelmez lâfları unutmıyacağız. Bizi bu lâfları dinlemeye mahkûm kılan çeyrek yüzyıl önceki yöneticilerimizi, iş adamlarımızı, kurumlarımızı, şahısları da unutmamamız gerekir. Türkiye'nin trilyonlarca dolar kaybına sebep olmuşlardır. Millî prestijimizle oynamışlardır. Müzakerelerde aynı tutumla karşılaşırsak, Avrupa Birliği zora düşecektir. Kuzeybatısında İngiltere nasıl Birleşik Amerika ile beraber davranıyorsa, birliğin güneydoğusunda kalan Türkiye de, Washington'ın aynı derecede müttefiki olacaktır. Avrupa, kıt'ası dışında hareket etmekte müşkilâta uğrayacaktır. Başta Almanya ile Fransa çok zarar görecekleri için biz, Türkiye'yi dışlayacaklarına pek ihtimal vermiyoruz. Ama çok da güvenmiyoruz. 20 yıl ara ile iki defa toptan intihar teşebbüsünde bulunmuş insanların yaşadığı bir kıt'anın ucundayız. Avrupa Parlamentosu'nun nasıl bir metni oylayacağı belki bugün temenni çizgisindedir, bağlayıcılığı yoktur. Ama Türkiye'den neler istenebileceği hususunda aydınlatıcıdır.