Politikanın dizginlerini ellerinde tutanlar, üç beş milletvekilini daha mahut Cumartesi günü Meclis'e getirse veya iki üç çekimser oy sahibine olumlu oyun erdemlerini anlatabilse, kısaca ikinci tezkere kabûl edilseydi, bugün bambaşka bir Türkiye'de yaşıyorduk, geleceğe ümitle bakıyorduk. Bizim yönetim sistemimiz ve demokrasimiz, Avrupa parlamanter düzenidir. Bu sistemde her şeyden, ama akla gelen ve gelmeyen her şeyden Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden güvenoyu alması şartıyle hükûmet ve özellikle o hükûmeti serbest iradesiyle kuran başbakan sorumludur. Başbakan ayrıca, bakanlarının teker teker icraatından da mesuldür. Sistemin bu olduğu bilinerek iktidar istenmiş, iktidar verilmiş ve hükûmet kurulmuştur. Cumhurbaşkanının konumu az çok semboliktir. Üstelik gayri mesuldür. İcranın hesabı cumhurbaşkanından sorulamaz. Zaten milletin oyuna da muhatab değildir. Kendisini seçen Meclis'çe ve seçimlerde sandıkta düşürülemez. Milletvekilliği cumhurbaşkanı olunca sona ermiştir. Bürokrasiye gelince, iktidar tarafından atanmıştır. Onun için bürokratların olanca tasarruflarından Meclis'e ve seçimde millete başbakan, onun partisi ve hükûmeti hesap verir. Türkiye'de kafalar karışık ve kavram kargaşası bulunduğu için, bu basit özeti yapmak istedim, okuyucularımdan özür diliyorum. Demokrasilerde devleti sivil toplum örgütlerinin yönettiğini iddia edenlerden, parti başıbozukluğunu parti içi demokrasi örneği gösterenlere kadar, her türlü kafa karıştıranların içinde yaşıyoruz. Bu ilkelere rağmen, dış politikamızın çöküşünden tek başına hükûmetin eseri olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Bütün siyasî sorumluluk hükûmette bulunduğu halde, devletin birçok kurumu, kuruluşu ve bazı kişiler, dış politikamızın kırılmasında ağırlıklı rolleri paylaştılar. Meselâ icrayı yanlış yola götürenler arasında, Tayyip Bey'i öperek kutlayan muhalefetin de bulunduğu âşikârdır. O kadar devlet kuruluşumuz var, hiçbiri iktidarı yeterince uyarmadı. Birkaç partili ve partisiz kişinin etkileri daha derin oldu.